27 Kasım 2015 Cuma

   

                           Paltoyu Giyecek Adam


     Bana öyle bir palto hazırla ki, bütün kışı onunla geçireyim. Gerekirse evim olsun. Penceresi falan olsun. Bacayı da unutmasan iyi olur. Terzi Necmi, duydun mu beni? Anlamadım efendim. Yanılmıyorsam başını kaçırdım. Sonrasını da dinlemedim. Bir de pişkinliğime verin, açık konuştum. Açık bırakma ağzını üşütürsün. Dudaklar ağzın penceresidir. Bazen hava aldırmak gerekir ancak çok açık bıraktığın zaman; üşütür, hastalanırsın. Bazen de kapalı tutmak gerekir ancak çok kapalı tutarsan; boğulur, kahrolursun. Anlayacağın Necmi, sen işine bak. Anlayacağın Necmi, başka çaresi yok. Bir paltodan bahsetmiştiniz. Evet, kendisi çok yakın aile dostum olur.

     Elimde, sadece tek bir kolu dikilmemiş bir palto var. Eğer beğenirseniz hemen diğer kolunu da halleder, kışa hazır hale getiririm. Sadece bir kış değil, ömrünüzde görüp görebileceğiniz, bütün kış mevsimlerini de bu paltoyla geçirebilirsiniz. Manevi anlamdaki 'kışlarınıza' da size yardımcı olabilir. Örneğin eşinizden ayrıldınız ve yalnız kaldınız. Size sarılabilir, sümüğünüzü de silebilir. Hatta sıcak su ile hazır çorbayı içine attığınızda, size pişirebilir. Yalnız ev işlerine pek karışmaz, onun için çalışmalarımız sürüyor. Terzi, ilk önce kendi söküğünü dikmeli Necmi. Bir bakalım, bir deneyelim, sonra karar veririz. Büyük bir suç işlediniz şu an. Anlamadım Necmi. Duvarın köşesine bakın. (Duvarın köşesi konuşur.) ''Terzi kendi söküğünü dikemez minvalindeki sözler, söyleyen kişiler, ağzına dikiş atılacaktır. Bu dikiş altı ay boyunca açılmayacak, kişi gıda ihtiyacını göbek deliğinden alacaktır.'' Hani, nerede paltom? Bakın, denemeden sahiplendiniz. Palto yerine, paltom dediniz. Bence hemen kolunu dikmeye başlamalıyım. Bu ne acele böyle, daha konuşacaklarım var. İstanbul'un derdi biter mi? Hem kapıda yazmışsın, dikiş yaptırana kahve bizden diye. Oysaki bir kahve falan bile ısmarlamadın. Dikişimde, mesela ne çıkar diye merak ediyorum Necmi. Ne paltosu, palto bahane... Bugün pek bir mizansen gördüm. Ancak öğle yemeği saati geldi. İsterseniz bir yemek ısmarlayabilirim. (Yemek yemeye giderler. Terzi, kendine kuru ve pilav söyler. Paltoyu giyecek adam da karnıyarık söyler. Hayır, paltoyu giyecek adam nedir? Bir isim koysaydın, nasıl unutursun? Bir de yazarsın. Neyse, yemeği afiyetle yerler. Üzerine çay da içerler. Hesap 30 tl tutar. O zamanın değil bu zamanın parasıyla. Terzi hesabı öder ve dükkana dönerler.) Çok yedim, belki palto bana uymaz. Yeni bir palto mu yapsak? Hayır, bu öyle bir palto ki, isteyen herkesin üzerine olur. Şimdi ne demeye çalışıyorsun. Bütün aile bunu giysek olur mu? Tabi ki, bir ev gibi düşünün. Yahu ben espri yapmıştım, sen baya ciddisin Necmi.
   
     Yarım saatten fazla bir zaman geçti, dükkana geldiklerinden itibaren. Terzi, paltoyu getirir. Paltoyu giyecek adamın üstüne geçirmeye hazırlanır. (Hala isim bulamadın, Hikmet koy, takvime bak bugün hangi isim mübarekmiş, olmadı onu koyarız.) Yahu Necmi, sen üstüme palto geçirdiğine emin misin? Ben hiçbir şey hissetmiyorum. Bak sen, bana 'Kral Çıplak' masalı mı oynatacaksın. Hem üzerimde kazak var, pantolon var, nasıl çıplak desinler. Sen masalı yanlış anlamışsın. O masalda bir palto değil, bir elbise idi. Hayır efendim ne masalı, daha giydiremedim ki. Buyurun, paltonuz hazır. Aynan yok mu Necmi? Burası terzi mi yoksa ev işleri dağıtan bir yer mi? Evde denersiniz efendim. Tamam Necmi, eline, iğnene sağlık. Ne kadar bizim borcumuz? 450 tl öder. Evin yolunu tutar paltoyu giyen adam. ( Yahu bir isim bulamadın. Şimdi paltoyu çıkarsa, paltoyu çıkaran adam mı diyeceğiz ya da paltoyu askıya assa paltoyu askıya asan adam mı diyeceğiz? Ne diyeceğiz ulan?) Eve girer girmez aynaya koşar. Terzinin dediği kadar varmış palto. Evde kim denediyse onun üzerine olmuş, Evin her bireyi, birlikte girmiş içine yine bir şey olmamış paltoya. Aile bütün kışı o paltonun altında geçirmiş. Paltoyu giyecek adam, paltoyu çıkaracak adam ve paltoyu askıya asacak adam varmış muradına.


12 Eylül 2015 Cumartesi

    

                                    Karıncalanma 



     Dünden beridir sırtımda bir şeyler dolaşıyor. Hakim olamadığım, sırtımı yol geçen hanına çeviren ve istediği zaman gezen, tozan bir şey. O kadar geziyor ki, tozlar sürekli yer değiştiriyor. Hali vaktinde, genç bir şey olmalı ki bu kadar dolaşabilsin. Aradığı bir şeyler olmalı. Yoksa hiçbir köşe bucak bırakmadan, her bir hücreyi dolaşması mümkün olamazdı. Hava o kadar sıcak da değil ki terimin bütün sırtıma hucum ettiğini sanayım. Ter olsa; ensemden başlayarak, ağır ağır, süzülerek kuyruk bölümüne, yani kıç bölgesine ulaşana kadar, belli bir rahatsızlık verir, sonra iki yanak arasından kaybolur, donuma yapışır, ıslaklığını da hissederdim. Belli dönem acısını çeker ve biterdi. Ancak bu sırtımda dolaşan, her ne ise, kendine bir yuva yapmış, kamp kurmuş, yaşamını öyle geçiriyor. Vücut ısım gayet makul, bir insan sıcaklığı ortalamasının biraz altındaydı.

     Fesat bir düşünce hücum etti. İlk başlarda karşı koymaya, geçmemesi için duvarlar kurmaya çalıştım. Ancak öyle bir hucum ki, savunacak ne zaman bıraktı ne de alan. Bit... Ne biti lan! Daha yeni yıkandım. Yeşil sabunla... Saçlarım dökülmüyor uzun zamandır. Takılmıyor bir yerlere. Bir arkadaşım vardı saçları yoktu. Kapıya sıkıştırmıştı var gücüyle. Şimdi kapısız bir evde, hayatının geri kalan kısmını tamamladı. Evet, tamamladı. Geçenlerde duydum. Kendini, yaşlı bir kadının saçlarıyla asmaya kalkmış. Saç fazla dayanamamış, kopmuş. Olan tavana olmuş. Tavan çökmüş adam ölmüş. Sırtımdaki karıncalanma devam ediyor. Aha! Buldum kelimeyi. Belki bunu en iyi anlatacak olan kelimedir; karıncalanma. Karıncalanma durumu tamamen karıncalardan ayrı, bağımsız şekilde oluşan bir kavramdır. Binlerce karınca dolaşsa sırtımda, bu kadar etki yaratmazdı. Bu başka bir şeydi. Hem bu karıncalanma nedir? Hiç sineklenme var diye bir kavram var mı? Hayır, bunu tartışırken, etrafım gittikçe sarılıyor. Sırtımda gezinen şey, çoğalmış, bütün vücudumu sarmıştı. Sanki bu vücuttan taşınma vaktimin geldiğini, söylüyorlardı. Ancak savaşmadan bırakmam, kendime ihanet olacaktı. Savaşmaya başladım. Onları kendi vücut ağırlığımla ezmeye başladım. Kendi etrafımda yuvarlanmaya ve zıplamaya başladım. Bunları bir hücre olarak düşünüp, bu hareketliliğe, bu savunmaya fazla dayanamayacağını, tek tek, duvara yapışmış sinek gibi kalacağını düşünüyordum. Bu düşünmek değil düşmek oldu. O hızla ikinci kattan düştüm. Sağ kolum ve sol bacağım üç yerinden kırıldı. Hemen hastaneye kaldırmadılar. Önce parçalarımı toplayıp bir yapboz gibi bir araya getirdiler. Sonra bağlantısızlık sorununu giderip, hastaneye kaldırdılar. 
     
     Duvara bakıyorum hastane odasında. Kimsecikler yok. Hiçbir yerimi hissetmiyorum. Bir vazo gibi kırılmış daha sonra bir uhu yardımıyla yapıştırılmış, parçalarım birbirine zor tutunuyormuş gibi duruyorum. Bu kötü deneyimin katkısı da oldu. Sırtımda dolanan bir şey ya da karıncalanma türü şeyleri hissetmiyorum. Ayağım ve kolum alçıda, mandalla asılmış pijama gibi duruyor vücudum. Eğer karıncalanma devam etseydi, bu alçıların içinde savaşmak zor olacaktı. Kımıldayacak halde değildim ve kımıldamadan savaş kazanılmazdı. Yoksa bütün bu saçmalık psikolojik miydi. İnanmıyordum buna. Çünkü elimi atsam değecek büyüklükteydiler. Hayır, kendimi kandırmıyorum. Bu öyle, ben horlamıyorum, tavrı ile aynı durum değildi. Kapı açıldı. İçeriye iki karınca girdi. Birinde stetoskop vardı. Bana, geçmiş olsun deyip, elindeki belgelere baktıktan sonra bir ay bizle olacaksınız, dedikten sonra odadan çıktılar.

24 Ağustos 2015 Pazartesi

                                             

                                       Yaralı Yüz     

     Akıttığım gözyaşları, bir nehir oluverdi. İçinde yüzen insanlar vardı. Birbirine su atan, boğan, batıran... Fazla suda kalmış, gözüne dünya kaçmıştı. Bir kıymık gibi... Gözünü açta bakayım, üflerim belki sarsılır, dedim. Açtı usulca. Derin bir nefes aldıktan sonra üfledim. Zaman, onu hortuma çevirdi. Ne varsa süpürdü, süpürdü. Halının altına... Kimsecikler görmeden halıyı kaldırdım. Birkaç ses geldi. Çığlık da kendine yer bulmuştu o ses cümbüşünden. Kafamı çevirdiğimde, halının ipine, bir kadının saçları bağlanmıştı. Düğümlenmiş, çözülmeyecek haldeydi. Yardımım dokunur diye yanına gittiğimde, göz kırptı. Sanki kahramanıymış gibi gülümsedi bana. Halıyı kaldırdım ve altına süpürdüm. Hala saçları gözüküyordu. Halının o soluk kırmızı renginde bir sprey buldum ve saçlarını boyadım. Kimse anlamayacaktı, ismimi falan öğrenmemişti. Eşkalimi verdiğinde ise buralardan çok uzakta, farklı bir diyarda olacaktım. Farklı bir diyar... Kulağa hoş ve bir o kadar da boş geliyordu. Elbette tatil yapmanın fırsatını yakalamıştım. Ancak var olan işlerimi bırakıp gitmek, içini boşaltıyordu. Halının altında bir testere gördüm. Bir kulak vardı üzerinde, temizledim. Bütün parmaklarımı, aynı hizada doğramaya başladım. Kanlar fışkırıyordu. Bir zaman sonra rengi sarıya döndü, sonra durdu. Aynaya döndüğümde bir şeyimin değişmediğini, parmaklarımın kesilmesinin, tanınmamı engellemeyeceğini anlamam, uzun sürmedi. Ayna ile bakışmam, bir nesneye olan duygumu daha da derinleştirdi. Yüzümde bir şey fazlaydı. Ne olabilirdi. Ne yapmalıyım ki, gören kişiler benden korksun, kaçsın ve delik arasın. Deliği bulsa bile korkudan giremesin, kafası girsin kıçı dışarıda kalsın. Elimdeki testere ile alnımın çatından, burnumun ikiye ayrıldığı noktaya kadar kestim. Bir anda etraf karardı.
     Tek bir ışık, yüzüme doğrultulmuştu. Bütün dünya bir canavarın doğuşunu, nefesini tutarak izliyordu. Tam beş saattir baygındım. Gözümü yarım saat açamadım. Sanki göz kapaklarıma ip bağlayıp, 20 katlı bir binanın bütün çimentolarını bana taşıtmışlardı. Gözümü açtığımda, dünyayı tam olarak göremiyordum. Kestiğim yerlerden sarkan deri, gözümün görme açısının, üçte ikisini kaplıyordu. Derinin sarkan kısmını da kesip, cebime attım. İstediğim görüntüye, içimde sakladığım, şeytana, yüzümde de ulaşmam, gülümsememe vesile oldu. Artık dışarı çıkmanın, bana verilen görevi yerine getirme zamanıdır diye düşündüm. Ancak verilen görev nedir, ne değildir onu da bilmiyorumdur. Bunu düşünmek için bolca zamanım vardı. Bütün görev acaba bunu düşünmek miydi? Yoksa zaman mı kaybediyordum? Bunun üzerine bir hafta düşündüm. Eğer görevim, görevimi düşünmek olsa, ne zaman biteceği sorusu, ayrı bir dikenli yol olurdu. Zaman, üstüme bağlanan saatli bomba özelliği taşıyordu. Vakit kaybettiğim her an, intihara meyilli oluyorum. İntihar cesurluk ile korkaklık arasında bir çizgi, herkes o çizgiye gelemez, ya ayağı taşar dışarı ya da çizgiyi hiç görmez. Bir de bir çizgi vardır; görünmeyen. Her zaman bizi sıralayan, dizen, bir bütün haline getiren... Doğarken bir yol belirlenmiş ve o yol, iplerle güvenli hale getirmişler. Dışarı taşmayalım, içeride kalalım, diye. O çizgiden kaçtığımız anda, ayağımız takılır, yuvarlanırız. Ta ki hiçbir yere çarpmadan, büyük bir yuvarlak haline gelene kadar. Bir kartopu misali... Yuvarlandıkça büyüyen, büyüdükçe önlenemez hale gelen bir kartopu oluveririz. Ancak öyle bir çarparız ki, bir daha toplanmak mümkün olmaz. Ama yine de ham parçamız sağlam durur, kabuğumuz değişir. Yenilenmiş olsak da aslında hala geçmişin yarasını barındırırız. Bu yara, her kabuk değişiminde büyür. Bir zaman sonra var olan deri ile yaşama devam ederiz. Peki bunca hengamenin içinde bana düşen görev ne? Elime bir kağıt tutuşturulmuş ve ben o kağıdı cebime atmışım. Sonra unutup, o pantolonu kirli sepetine atmışım ve güzelce yıkanmasına neden olmuşum. Buradan bir sonuç çıkarmışım. Bütün suç; yıkamaya atmadan önce cebime bakmayan annemdedir. Böylelikle işin içinden çıkmış, denizden çıkarılan ve özgürlüğünü geri verilen bir balık gibi rahatlamıştım. Ama sonra düşünmeye karar vermem, bütün bu düşünceleri, boğarak öldürdü. Ve bütün sorumluluğu üzerime aldım. Bana düşen görevin, ne olduğunu bulmaya karar verdim. Kağıt ıslanmış bile olsa, bulup, okumaya çalışacaktım. En azından bu yolda ölmeyi göze almalıydım. Aksi takdirde kum saati gibi akan dünyada, kendime yer bulamayacak, dünyasız bir hava sahası bulmaya koyulacaktım. Kağıdın çevirdim, birçok bölümü kıvrılmış, yırtılacak gibiydi. Dikkatlice, masanın üzerine, düz bir biçimde koydum. Önce üfleyerek sonra bir saç kurutma makinesinin yardımıyla kuruttum. Kağıt, matbaadan çıktığı ilk zamanki sıcaklığına kavuşmuştu. Ancak ilk zamanki tazeliğinden eser yoktu. Yazı okunmuyor, toplasanız bir kaç harf var ya da yok, durum iyice berbatlaşıyordu. Aklımdan tamamen yırtmak ve bu anı tamamen kafamdan silmek geçti. Yavaşça aldım kağıdı, yırtmaya koyuldum.
    Tam o esnada, yüzümden bir kan damladı. Sadece bir damla kan... Kağıdın yanına damlayan kan, hiç dağılmadan, düştüğü yeri sahiplendi. Bir damla daha düştü. Gittikçe artıyordu. Damlalar bir bütün oluyor, dağılmıyor, bir yol bulup gitmiyorlardı. Orada durmuşlardı.Bir zaman sonra yüzümden akan kan durdu ve masaya dökülen kan; kendi içinde dönmeye başladılar sonra durdular. Bir şeyler anlatıyordu bana. Ne olduğunu çözemiyordum. Kendi kanım canlanmış, ayaklanmış ve bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Yerde bir meşe ağacının dalını gördü. Dalda altı tane yaprak vardı. Dal bir kalemi andırıyordu. Dalı önce kana bandırdım sonra zar zor kuruttuğum, hayatımın bir çeşit amacı olan, büyük bir önem taşıyan kağıda yazmaya başladım. Mürekkep kaynağım hiç bitmiyordu. Öyle bir kuyu açmıştım ki, attığım taşın sesini bile duymuyordum. Yazdım yazdım yazdım...

27 Haziran 2015 Cumartesi

                                                 (Auguste Renoir-1889)

                        Kadının Çığlığı: Papatyalarıydı

Bütün şehir susmuştu. Üzerine yağan çığlıklar, kuyruk sancısı ve büyük bir boşluk... Biriktirmişti sessizliği. Yağmur, bu sessizliğin şerbeti olmuştu. Kimseciklerin görünmediği bu dağ yamacında, kımıldamadan, önce yere düşmeye hevesli yaprağı havada yakaladım sonra yedim. Bu birkaç defa sürdü. Dünden kalma açlığımı biraz olsun gidermiştim. Etrafa bakılmaya koyuldum. Dağ hala uykuda... Çayır ve kayalar; geceden beri söyledikleri ninniden sıkılmıştı. Nehir, yanına yamanmış çiçeklerin tozunu yalıyordu. Bir kovuktan, ses geldi. Kafamı çevirmeden önce gizlendim. Dalların arasından bir kadın belirdi. Yavaş adımlarla yürümeye koyuldu. Bulutlar kadının etrafında toplandı. Sıralandılar. Dışarıdan bakıldığında tanrı olarak ilan etmek yanlış olmazdı. Diz çöktü. Bir şeyler anlatıyordu. Sessizce... Dağ çoktan uyanmış, çayır ve kayalar ninniyi kesmiş, gecenin tek yıldızına bakar gibi bakıyorlardı. Sesini sadece ben duyamıyor gibiydim. Sesini duymak için yavaş yavaş yaklaştım. Adımlarım, bir kuşun adımları gibi sessiz ve yumuşaktı. Biraz daha sokuldum. Yeterince yaklaştığımı düşünerek, çömeldim. Etrafın dinginliği, beni şaşırtmıştı. Sesleri duyabiliyordum. Çok yük vardı o seste. Kulağım o yükü kaldıramadı.  Sağırlaştım. Hiçbir şey duyamıyordum.  Gelirken attığım adımları, şimdi geri dönmek için atıyordum. Yine bir şey değişmemişti. Bir çölün sağırlığı, binmişti kulağıma. Kadın çömeldi, ağlamaya başladı. Gözyaşı birikti, birikti. Kendine yol aradı. İlk damlalar yeryüzüne ulaştığında, aşına aşına bir yol çizdi. Yol nehre akıyordu. Uzunca bir süre akışını izledim. Nehrin rengi saflaştı. Öyle bir saflaşma ki, dünyanın çekirdeğini görebiliyordum. Yer ile gök birbirine daha yakınlaştı, soğuktan üşüyen çocuğun annesine sarılması gibi. Yüzyıllardır aynı düzlemde, aynı yerlerden geçerek akan nehir, bu sefer, telaşlı bir neşe içerisinde akıyordu.

Neşesi daim olmadı. Nehir yollunu değiştirip, önüne ne çıktıysa süpürüp götürdü. İhtişamlı dağların yerinde yeller esip kalmıyor, doğaçlama dans ediyordu. Depremin yerinden oynatamadığı kayalar, toz duman olmuş, etrafa saçılıyordu. Ağaçlar... Bir tek onlar nasibini almamıştı. Elimi uzattığımda, yakaladığım dal, beni hayatta tutmuştu. Ağlamayı durdurdu kadın. O kadar çok birikmişti ki kini, bu dünyayı seller altında bırakacak, gözyaşı üretebilirdi. Üzerinde durduğu dağ hariç, her yer ovayı andırır gibi dümdüzdü. Bilinenin aksine, yerin dibinden bir güneş doğdu. Işığı, kendini bile aydınlatmıyordu. Sadece yakıcılığını kaybetmemişti. Doğduğu yerden itibaren, etrafı kurutmaya başladı. Bütün bulutlar bir damla halinde yere düştü. O damla; nehre düşen son kıymık oldu. Nehir, kurudukça, yerküre iskelete döndü. Buharlaştı yeryüzü. İçindeki bütün kötülükler, eridi, buharlaştı. Kötülük üç halde var oldu. İnsan bunun katı haliydi. O kötülük; kadının gözyaşıyla sıvı hale geçmişti. Son aşamada ise; o gözyaşlarının buharlaşması ile bulut olarak var olmaya devam etti. Bulutlar... Pamuk gibi bulutlar, kızıllaşmıştı. Kadın ağlamayı durdurdu. Yağmur tekrar başladı. Damlalar, bir ateş damlası gibi gökyüzüne düşüyor, düştüğü yerde delikler açıyordu. Bir süre daha devam ederse, dünya büyük bir kara deliğe dönüşecekti. Kalktı ayağa kadın. Bütün deliklere, rüzgarıyla taşıttığı kumlarla doldurdu. Yok etme gücünü elinde bulunduran kadın, dünyayı yeniden var etmişti. Dünya artık bir kadının gözüydü. Çapağını temizlemişti. Kirpiklerini yakmış, yeni doğmuş bir çocuk gibi bakıyordu etrafa. Kadın beni gördü ve kaçmaya başladı çıplak ayaklarıyla. Ayağına batan küçük taşlara aldırış etmeden koşuyordu. Dünyaya son iyiliğini yapmıştı. Çığlığını bırakıp gitmişti. Kadının çığlığı; papatyalarıydı.

Oluşturduğu yeni dünyada, bütün kötülükler, müzelerde sergilenmeye başlandı. Doğan bütün çocuklar, bu kötülükler tanıyarak, yaşama başladı.

16 Haziran 2015 Salı


                                    Çekmeceler

Daha öncesine gittiğinde; bir şeyler hatırlamıyor, daha da içinde kayboluyordu. Bir kuyudan atılmış, yere çarpıp bayılmış, kalktığında ise bir şeyler hatırlamıyor, rolüne bürünmüştü. Acaba hangi çekmeceye koymuştu. Mevcut durumları değerlendirmektense herhangi bir çekmeceyi açıp bakabilirdi. Buna rağmen eli gitmedi. Ne vardı ki hangi çekmeceye koyduğunu unutsun? Ağzına uzun zamandır alkol değmiyordu. Bu onu, daha çok telaşlandırıyor, panik sınırının mevzilerine sokuyordu. Bu kadar kendindeyken unutması, elbette sağlıklı düşünmesini engelliyordu. Seçenekleri önüne getirdi. Önce neden ilk çekmece, diye sordu kendine. Koyduğu şey değersiz ilkesini taşıyorsa, otomatik olarak ilk seçenek haline geliyordu. İlk çekmeceye hızlıca koyup, evden çıkmış olabilir. Eli ilk çekmeceye giderken, (ya önemli bir şey ise) durdu, elini geri çekti. İlk çekmeceye yaptığı tartışmanın, ikinci kısmını, sondaki çekmece için de yaptı. Önem arz edilen bir şey her zaman en zor kısma, ulaşılması daha gayret isteyen bölüme koyulurdu. Bu kadar kafamın içinde yaşadığına göre, bıraktığı şeyin önemli olduğunu düşündü. Eli en alttaki çekmeceye doğru gitti. Tam açacakken, ortancı çekmece dil salladı. İhtimaller arasına girmeyen çekmece, onu bu yoldan vazgeçirdi. Anlamsızca gülümsedi,  neden koymuş olabilirdi ki ortancı çekmeceye? Acaba elindeki şeyi ilk defa koyduğunda, bu tartışmayı yaşamış mıydı? Eğer bu garip ve sonu gelmeyen tartışmaya girdi ise, ortanca çekmeceye koyma ihtimali, yüksek değil miydi? Cevabını veremediği sorularla, baş başaydı. Bir kavgayı ayırmak için devreye girse, iki taraftan da dayak yiyen kişi olurdu. Önce bir daha düşündü. Bir yere varamamıştı. Sonra masanın yanındaki yatağa uzandı. Bir süre ses alınamadı ondan. Galiba uyumuş, uyuşukluğa kapılmıştı. Önce bir dürttük. Sonra biraz kımıldadı, etrafına baktı. Kendisini dürtenin kim olduğunu anlayamayacaktı. Biraz küfür savurduktan sonra 'Vay mına koyum ben ne koymuştum bu çekmeceye', diyerek, damlata damlata işemeye gitti.

26 Mayıs 2015 Salı


Eli Kürek Olanlar


Birçok kişinin elinde kürek vardı. Bir yerde kum; ince, ıslak… Islaklığı, dün geceden yağan sonbahar yağmuruydu. Durmadan üzerime kum atıyorlar, eli kürek olmuş yaratıklar. Ne olduğunu bilmeden, onları izliyorum.  Ayakları kazma… Önce bir iki toprağı vuruyor sonra kürekleriyle üzerime atıyorlar. Sesim çıkmıyor. Kum birikiyor. Elimi kaldırıyorum. Kumlar dökülüyor yavaş yavaş. Tane tane… Islaklığı bir hafiflik verse de, bir zaman sonra ağırlığını hissediyorum. Bütün vücudumu sarıyor. Önce elimi kaldırıyorum sonra vücudumun geri kalan kısmını. Durmadan kum atıyorlar. Yavaş yavaş yükseldiğimi hissediyorum. Hiç yorulmuyorlar eli kürek olanlar. İçi boş bir kuyuya atılmıştım. Şimdi bir adaya dönüşüyor. Bir çeşit kendi dünyamı yaratıyorum. Önce sınırlar çizmeye başlıyorum. İçeri görülmemesi için surlarla kaplıyorum. Kumdan adamlar yapıp, surların belli kısımlarına, gözcülük yapması için dikiyorum. Kumlar atılmaya devam ediliyor. Gittikçe yükseliyor, ulaşılmaz bir gökyüzüne doğru çıkıyorum. Birden karnım acıkıyor. Ne yiyeceğimi bilmiyorum. Gözlerimden damlalar geliyor. O damlalar, kumlara dökülüyor. Yaşadığım adanın, bir bölümü ıslanıyor göz damlalarım ile. Kenarlardan kumlar atıyorum üstüne. Yine ıslanıyor, yine kum atıyorum. Birden uyuya kalıyorum. Kalktığımda surlarım yıkılmış, kum adamlarım, tane tane olmuşlar. Tekrar surlar yapıyorum. Gözcülük için yine adamlar koyuyorum, gizli bölümlere. Dünden kalan ıslak alana bakıyorum. Belli bir şekli olmayan bir nesne çıkıyor ortaya. Kahverengi… Toprağın çocuğu, olduğunu düşünüyorum. Belli bir şekli olmayan, çıktığı toprağın bir kısmının üzerinde taşıdığı, bu kahverengi nesneye, uzunca bakıyorum. Aynı dünyanın varlıklarıyız. Ona bir alan yapıyorum, orada yaşasın diye. Karnımın derisi, organlarıma yapışıyor. Hala açım. Midem bütün vücudumu çevreliyor, hakim oluyor. Beynimin hükümranlığı sona eriyor. Bana o kahverengi, belli bir şekli olmayan; yuvarlak desen olmaz, dörtgen hiç olmaz, nesneyi yememi söylüyor, yeni hükümdarım. Alıyorum, temizliyorum. Sonra bir ısırık, dişim acıyor. Güneşin gördüğü kısma koyuyorum, kızarsın diye. Kızarıyor. Isırıyorum. Karnım doyuyor. Adadaki en yakın dostumu yiyorum. Yine yalnız kalıyorum. Surlar yine yıkılmış. Kenardan aşağıya bakıyorum. Eli kürek olanlar, görülmüyor artık. Kum gelmeye devam ediyor. Kimse yetişmez, diyorum, tekrar surları yapmıyorum. Ağladıkça karnım doyuyor. Bu kum atanlar kim, diye düşünüyorum. Hepsi dünyamın bir çalışanı mı? Yoksa bunların hepsi ben miyim? Kendi adamı kendim mi kuruyorum? Nefretimin bana yarattığı bir dünya mı? Dünyamı ben yaratıyorsam, neden yalnızlığı tercih ediyorum? Yalnızlık benim bir parçam mı? Yoksa ben mi yalnızlığın bir parçasıyım? Kafamı kaldırıp, etrafa bakıyorum. Birçok ada görüyorum, etrafı surlarla kaplı. O adaları görmek istemiyorum. Kum atanlara yardım için, kenardaki kumları içeriye, ortaya doğru alıyorum. Bir şey değişmiyor. Diğer adalara atlamayı, buradan kurtulmaya karar veriyorum. Bu durumda cesaretli karar alsam da, faaliyet korkuyla törpüleniyor. Geri kaçıyorum. Uzunca bir zaman bir şey yapmıyorum. Bu yüksekliğin fazla olduğunu, boş durmanın anlamsızlığını, gelen kumların, ellerimle geri yollamamın, mantığına varıyorum. Başlıyorum. Gelen kumların iki katını aşağıya boşaltıyorum. Bir zaman sonra işler değişiyor. Elinde kürek olanlar yükseklere doğru çıkıyor. Ben eştikçe, eşeleniyorum. Ellerim kanıyor, nasırlaşıyor. Kuyunun içinde buluyorum kendimi. Kimsecikleri göremiyorum. Eşelemekten vazgeçiyorum. Aslında iki dünya arasında mekik dokuyorum. Tekrar yükseldiğimi hissediyorum. Eli kürek olanlar, verilen görevi yerine getirmekte, bıkmadan, yılmadan, yorulmadan yapıyorlar. Bu kumun biteceğini, sınırlı sayıda, kişi başına düşenin fazla olmadığını anlıyorum. Ancak niye bu kadar yükseldiğimizi anlamıyorum. Buraya yollanmadan önce, cebimde; iki önümde, iki arkamda, kumla dolu ceplerle geldiğimi anımsıyorum. Bu kadarcık kumun, bana yaşattığı iki dünyanın, anlamına varamıyorum. Bütün hesaplar, kitaplar, tablolar, çizelgeler ve veresiye defterleri bir işe yaramıyor. Birden yükselemediğimi, hala aynı noktada kaldığımı, etrafa bakarak anlıyorum. Eli kürek olanları göremiyorum. İşlerini bırakmışlar. Beni de öyle bırakıp gidiyorlar. Vücudumun her tarafı ağrımaya başlıyor. Birden elimle kazmaya başlıyorum. Durmadan. Kazdıkça, büyük bir kuyu oluşuyor. İçine düşüyorum. Kazdıkça kuyu açılıyor. Yukarıda biriken kumlar, dökülüyor üstüme. İçinde kayboluyorum…

1 Mayıs 2015 Cuma



                                       Mısır Gevreği


Nereden baksan yedi gündür yatıyorum. Üzerimde dünyadan vazgeçişin, masum surat ifadesi var. Hiçbir işte tutunamadığı ya da bir başarıyı bile kendine çok gören adamın, vazgeçişi değil bu. Hayatın bütün yemeklerinden tatmış; özellikle, gerektiğinde kısık ateşte, gerektiğinde de kavruk ateşte pişirilmiş, baharatların en güzel tadı verdiği, ekmeğin başıyla, hafif hafif banılarak yenilen yemeklerden, sıkılmış bir adamın, vazgeçişi de değil. Düz bir ölüm; beklenenden öte… Bunca yaşanmışlığın, mısır gevreği, soluk boruma kaçtığında anlamıştım gereksizliğini. Tüm ölümler aynı kefedeydi gözümde. Ölürken yaşanmışlığın gereksizliğini anlatırdı.

Ölmeden önce yediğim mısır gevreğinin tadı, hala ağzımdaydı. Birkaç parça da, dişimin aralarını kendilerine yuva yapmıştı. Tam yedi gün oldu yere serileri. Üzerinize afiyet, ne varsa, saldım ortalığa. Kapıyı çalan olmadı. Sanki her an, birilerinin gelip, kapıyı kırarak, beni götüreceğini düşünürüm. Ortalıkta kimse yok, hatta üç günde bir, çöp için kapıya gelen kapıcı bile uğramadı. Kapıyı çalmadan, çöpünü almadan bir yere kıpırdamayan kapıcı, ölümümden yedi gün geçmesine rağmen, hala kapıyı çalmadı. Peki, Hanife Teyzeye ne demeli? Tek yaşadığım bildiği için, iki günde bir bana yemek getirir, bir isteğimin olması halinde, çekinmem halinde güceneceğini söylerdi. Ondan ne ses vardı ne de yemeklerinin kokusu. Hayatını, memur eşinin, işten dönmesini beklemekle geçiren Hanife Teyzenin, eşinin emekliye ayrılacağından dolayı yaşadığı üzüntü; hayatına anlam katan bekleme zamanlarının sona ermesinin getireceği korkuların bile, bana yemek getirmesini engelleyeceğini düşünmek bir yana, aklımın ucuna getirmiyor, en son getirdiği yemeği; karnıyarık, kıymaların ağzımda dağılışının, bitirdikten sonra tabakta kalan son kıyma parçalarını, ekmekle nasıl tertemiz ettiğimi, kendime anlatıyordum. Kendime anlatmak istediğim o kadar çok şey vardı ki, zamanı nasıl kullanacağımı bilmiyordum. Bana verilen son görevi, yerine getirmekten haz alamıyordum. Hayatımın büyük bölümünü, ya yatağa ya da koltuğa uzanmış bir biçimde, geçirmekten mutluluk duydum. Buna yedi gün eklenmesi, bana hazdan çok huzursuzluk inşa ediyordu. Bu inşanın temeli; en başlarda güvenli görünse de, bir zaman sonra yıkılacağını, yerle yeksan olacağının da farkındaydım. Bir şeyleri kabul etmem gerektiğini görüyordum. Bunu bir çalar saat gibi ertelemek bana huzur verse de, tam bir işkenceye dönmesi içten bile değildi. Kafamı kurcalayan, hazmedemediğim, karşıma alamadığım bütün sorular, sıraya dizilmiş, her cepheden saldırıyordu. İtina ile ertelediğim sorular, ölü bedenimi rahat bırakmıyordu. Bunca yaşanmışlığın hatırı falan da yoktu. Bir karınca etrafımda dolaşmaya başladı. Dolanıyor, girebileceği yolları arıyordu. Ancak her defasında bedenime takılıyordu. Yedi gündür beni ziyaret eden tek canlı, bir karıncaydı. Yarı açık ağzımdan girip, bir seyahat gerçekleştirmeye başladı. Ağzımın o yapış yapış yerlerini geçip, köpek dişime doğru ilerledi. Ne bekliyordu burada? Ağzım kapansa yanlışlıkla, eriyip gidecekti. Görülende öyle bir korku, endişe yoktu. Köpek dişimden, damağıma doğru hamle yaptı. Hamlesi kuvvetli olmadı ki, yuvarlandı. Alt büyük azı dişimin üstünde biraz titremeden sonra düzeldi. Diğer büyük azı dişin arasına doğru hamle yaparken, aralığa yerleşmiş mısır gevreğinin kokusunu almış olmalı ki, orada biraz bekledi. Bu bekleme fazla uzun sürmedi. Tepelemeye ve etrafında dolanmaya başladı. Elinde bir kürdan olsaydı, kürdanı alttan sokup, iterek, gevreği çıkartabilirdi. Çırpınması bir işe yaradığı söylenemezdi. Oradan o gevreği almadan da ayrılacağı gibi görünmüyordu. Azı dişinin, içine yuva yapıp, ömrünün geri kalanını burada geçirmeye meyilli gibiydi. Bir çiftlik gibi düşünülürse, sulak ve besini olan bir yere yuva yapacaktı. Nereden baksan birkaç ayı geçirebileceği yiyecek stokuna sahipti. En son, bir ay önce iş başvurusuna gittiğimde, fırça görmüş bu dişler, bir karınca için, bir depo mahiyetindeydi. Kışın da yazın da çalışmasına gerek yoktu. Masallara konu olmuş karıncanın, kendi kaderini tayin etme fırsatı verilmişti. Ancak bunca çaba ve uğraştan sonra, biraz karnını doyurmanın da verdiği güvenle, ağzımda yaptığı geziyi sonlandırma kararı almış olmalı ki, dudağıma doğru hamlesini yaptı. Ve dışarı çıktığında, yerde birikmiş, bir gölcük haline gelmiş, birikintinin içine düştü. Yapış yapış olması, karıncanın oradan erken kurtulmasını engelliyordu. Zar zor kurtulduğu, yapış yapış olan sıvı birikintisinden, kurtulup, kendi yoluna devam etmeye başladı. Ayağına bulaşan sıvı, attığı her adımda, yere yapışıyor, iz bırakıyordu. İzini kaybettirmesi için çokça yürümesi ya da bir halıya çıkarak kurutması, sonra yoluna devam etmesi gerekiyordu. Bu karıncanın ziyareti, kendime kabul ettirmem gereken şeyi, erteletmişti. Vaktimin ne kadarının kaldığını bilmiyordum. Birileri kapıyı kırıp, içeriye girmesi, an meselesiydi. Kabul etmem gereken şeyin; boşa yaşanmış bir hayatımın olmasıydı, düşüncesi beni sardı. Kime göre, neye göre? Dolu yaşanmış bir hayat, neye denk geliyordu? Arkamda bolca iz bırakmış olsaydım, bu içi dolu yaşanmışlığın, karşılığını vermiş olacak mıydım? Kendisine bile iyiliği dokunmayan birinin, hayatı, boş bir hayat olarak mı tanımlanacaktı? En can alıcı soruyu sormanın vakti gelmişti. Yedi gündür, ölü bir şekilde yatan birinin, gelip, ölüsünü kaldıracak birilerinin olmaması, tam karşılığı, boş bir hayatın tasviri miydi? Yalnız olmak; benim tercihim değilmiş gibi görünse de, içten içe hep yalnız kalmanın, yolunu aramış biriydim. Kaçtığım kendi kalabalığımdı.. Hafife almıştım kendimi, o anda da, bana tam anlamıyla, balyozu indirmişti. Zor olanı seçmiştim. Bir ara kapı çalındı. Yolun sonuna gelmiştim, dedim kendime. Ancak birkaç yumruk darbesinden sonra, ayak seslerinin, yavaş yavaş azalmasını dinliyor, kapıyı çalan kişinin, bir an önce başkalarına haber vermesini bekliyordum.  Beklenen olmadı. Muhtemel; bir satıcı olmalıydı. Kapıcı olsaydı birkaç denemeden daha fazlasını yapar, Hanife teyze olsaydı zile basardı. Kimsenin gelmeyeceğini anlayan ben, kalkıp bir göz gezdirmem gerekiyordu. Kendi kendimi merak etmiştim. Geri geldiğimde evin her yeri ceset doluydu. Bir sürü, bana benzeyen cesetler… Ayağımı nereye atsam, bedenimin bir parçasına basıyordum. Bir savaş vardı burada. Yoksa bunca ceset, nereden gelmiş olabilir ki. Anlamadığım, bütün cesetlerin neden bana benzediği, sorusuydu. Ben bir savaşçı olmalıydım. Hayatı boyunca, kendi kalabalığına karşı, hiç durmadan, yorulmadan savaşmış, bir savaşçı… 

20 Nisan 2015 Pazartesi




                                Kurt Çıktı Elmamdan

Elmamdan kurt çıktı. Vay! Güzel gönderme yaptın. Nasıl? Âdem’in yasak elmayı yemesi falan işte, yüzyıllık kaburgamız. Kurtlar da biz oluyoruz değil mi? Ulan nereden, ne anlam çıkardın. Yasak elma için limonmuş diyorlar. Nereye sıkacaklarmış? Milletin üstüne. Gaz mı ulan bu? Gazın panzehri.

Zehrin ve şerbetin aynı otlardan yapıldığını bilir misin? Şunu mu demek istiyorsun, yani insanın zehri de şerbeti de kendisidir. Ta dibinde durdun. Bir de her şey kendi içinde, değil mi? Başladın yine kişisel gelişim kitaplarına. O kitapları okumayanlar kişisel olarak, kişisel olmuyorlar. Yoksa gelişim olarak mı gelişemiyorlar? Çözemedim. Bu alanda kendimi geliştirmeye başladım. Nasıl? Yeni bir kitap aldım. Adı ne? ‘’İnsanın Aklına Girmenin Bin Bir Türlü Sanatı’’ Türlü dedin de canım çekti. Ananı arada, bize türlü yapsın, çok güzel yapıyor. Yanına da pilavı yaptı mı, değ keyfime sana da bulaşsın. Mutluluk bulaşıcı mıdır? Hayır, belli bir karışımdan ibarettir. Mesela ne tür bir karşımdan, bahsini ediyoruz? Bir tutam gözyaşı, tuzu bol ter bir de, neyse onu söylemiyorum. Bende kalsın. Hadi ama mutluluğun son baharatını söylemeyecek misin? Bok.

Eskisi gibi değilsin. Nasıl? Eskisi gibi değilsin, bunun neyini anlamadın. Gibi kısmını anlamadım. Eskiden konulara daha tarafsız bakıyordun. Araştırmadan, konunun detayını öğrenmeden bir şey söylemez, hareket etmezdin. Şimdi ne değişti? Değişen bir şey yok, sadece üzgünüm. Ne için? Seni instagramdan takip etmediğim için. Sevindim bunu söylediğine. Hadi bir fotoğrafımı beğen de barışalım. Önce sen. Hayır, önce sen beğenmelisin. Hayır, olmaz, önce sen. Kavga ettiğimiz şeye bakar mısın, kendimize çeki düzen vermeliyiz. Bundan iki hafta önce çek verdim, kendini düzenle diye.  Ama onu da çarçur etmişsin. O çeki mi diyorsun, çarçur etmedim, karşılıksız çıktı, çek bile bana karşı bir şey hissetmiyor. Hissediş, önemlidir. Kimselerin olmadığı yerde, hissedişler bir çeşit avuntudur. Onu canlı kanlı görmek yerine, hissedersiniz. Tutar beni. Ne tutar? Kan tutar be, bahsetme şundan.

Bahsi geçmişken, iki konu üzerinde durmak isterim. Çekil. Anlamadım, nereye çekileyim? Üzerinde durduğun konulara bakacağım. Kaldır ayağını. İnsan Hakları… Bir de sol ayağın kaldır bakayım. Kadın Hakları… Yapma be oğluuumm! Ne oldu?  Bu konular hakkında ne kadar çok konuşulursa, o kadar içi boşalıyor. Ama bu haklar ciddi bir o kadar da konuşulması, üzerinde durulması gereken konulardır. Bunlar özgürlük yolunun şeritidir. Seveyim senin şeridini. Oğlum yoksa prestij mi yapıyorsun bu konulara değinerek? Hay mına koyum ne prestiji…

Madem şeritlerden girdik, çıkmanın yolu da şeritleri takip etmektir. Başka yolların önemsiz olduğunu mu söylüyorsun? Evet. Nereden vardın bu kanıya? Uzak doğudan. Çok uzaklara gitmişsin. Biraz öyle oldu ama sonunda bir şeyleri çözdüm Ben öyle düşünmüyorum. Neden? Başka yolların tadı daha farklıdır. Hem denemeden nasıl anlayacağız. O yoldan değil bu yoldan gitmeliyiz. Neden diye sorduğumuzda, ben o yolu biliyorum derler. Bu sakıncalı bir anlayıştır. Bir yön gösterici bir de bilinen bir yol, kulağa hiç hoş gelmiyor. Haydi, gayri bu yolda ne var, ona bir bakalım, diyen yok. Çünkü korkuyoruz. Neden korkalım ki? Güzel soru. Bu sorunun cevabını uzakta aramamak gerekir. Korktuğumuz da, güvenmediğimiz de kendimiz. Güçsüzlük; insanoğlunun kurgusudur. Peki, nasıl dünyayı yıkacak hale getirecek gücü barındırıyorlar? Güç değil, güçsüzlük her şeyi yaptırır. Güç bir şey değildir. Bu konunun hiç detayına inmeyeceğim. İndikçe, iniyoruz. Sonu yok bu derinliğin. Olsun, ben iyi nefes tutarım.

Aklımın ucundan geçmişti. Belki başından geçmeli ki aklının, o zaman önemi artar. Bu söz, aklın bir uçurum olduğundan mı yakınıyor? Hayır, ne alakası var? Ucundan geçti, ucuna gelseydi yukarı tutunur, kendini çekerdi. Alem adamsın Cengiz. Bir şeyi aklının ucuna getir. Getirdim. Şimdi ne oldu? Geldi ve gitti. Orayı bir uçurum olarak hayal et. Ettim. Şimdi oraya birisinin geldiğini ve ayağının kaydığını düşün. Tamam, bağırıyor durmadan. Ne yapayım şimdi? Bir şey yapma, duymamazlıktan gel. Elimi uzatıyorum. Dayanamıyorum, kurtaracağım onu. Dur, yapma bırak gider o birazdan. Hayır, olamaz düştü şu anda. Hepsi senin yüzünden oldu, gitti gariban adamcağız. Şimdi anladın mı demek istediğimi?

26 Mart 2015 Perşembe

   


Buzlu Çorba

Kendi etrafında dönerken, insanı da kendine benzetir dünya. Bir daire oluruz zamanın içinde. Hem kendi etrafımızda hem de kendi etrafımızın etrafında dönmeye başlarız. Öpünce geçer dediğimiz yerlerimiz vardır ayrıca. İşin şakasında değilim, daha dün banyo yapmıştım. Sabun ile yıkadım saçımı. Doğal mis! Havlunun kurutamadığı yerlerde damlalar, yol etmişti kıl köklerini kendine. Kök dedin de hücre geldi aklıma. Hücre hücre olalı bu kadar bölünmedi. Bölünen sadece hücre değildi. Bir de insanlar... Tasarruf etmenin zamanı gelmedi mi? Bugün birkaç yalan daha az söyledim. Sayılma mı? Ne yani, tasarruf dediğin zaman, aklına bir şeylerden kısmak mı geliyor? Vicdan musluğunu kısarak tasarruf edemezsin. Dişi mi fırçalarken oluyor ama. Kimsenin kimseye söz geçiremediği bir hücrede, nasıl olur da herkesin elinde kanca var. Çok şükür, bugün de doyduk. Ekmeğimi banıp banıp başka insanların kafasına. Sen niye içmiyorsun çorbanı? Gelirken köşedeki lokantada yedim, yeni açılmış galiba. Geç kalmayayım diye de yolda yedim yarsını. Bu kız tam yollu ha! Hangisi? Hani üzerinde bir şey olmayan. Tanıdık geliyor bana, sen olmayasın o. Sen sen ol, herkese karış. Böyle daha heyecanlı olmaz mı? Ben bilirim kendimi dediğim zaman, bilirim bilmediğimi. Seni 'bir yerden' tanıyorum. Mantısı bir de Karnıyarığı meşhurmuş oranın. Gelirken nalburdan çivi al, bir de çekiç. Picasso'nun tablosunu asacağım. Sünnetinde çektirdiğin fotoğrafı niye asmıyorsun? Picasso dururken çüküme laf düşmez. Hem sen ne anlarsın Kübizmden. Kızma ama üzerine yemeğin yağı dökülmüş. En sevdiğim pantolonum yahu. Çıkar da sana kuru elbise vereyim. Kuru laflara karnım tok benim, yedimde geldim. Sana da iki lahmacun sardırmıştım gazeteye. Bugünün gazetesiymiş galiba. Evet, o da ikrammış, müesseseden anlayacağın. Bir daha söylesene? Seni seviyorum. Hayır onu değil, müesseseseyi . Bu müessese de kaç tane 's' var abi. Üçten sonrasını sayamadım. Yeni bir film çıkmış duydun mu? Hayır, ne imiş ismi? Başkal'aşk'mak... İki başka insanın başka dünyalarda başkal'aşk'masını anlatıyormuş. Başrolde kurbağa var. Wak deresinde geçiyor olay. Ne olayı? Dedim sana, kendini olaya vermiyorsun bir türlü. Bırak bunları ülke karışmış, sen ondan bahset. Bu seçimlerde ne olur ne olmaz? Seçim olmaz her şey olur. Kelime oyunu yapma bana. Onu da yayından kaldırmışlardı ne oldu? İlk harf geliyor. Size ayrılan sürenin amına koduk, bundan sonra harf olmadan tahmin edeceksiniz. Sana bir ipucu vereyim. İpin ucunu tutunca çekeceğim seni, aman aşağıya bakma. Benim ablütofobim var. O yüzden uyurken banyo yapıyorum. 60 derecede yıkayın bunu yoksa... Açık konuşun, yoksa ne olur? Beyazlar ile renkliler karışır. Irkçılık yapmayın efendiler. Sen çorbanı bitir önce. Oooo, buz gibi olmuş bu. 

17 Mart 2015 Salı

                                         

Kolonisiz Karınca Bir isyan çıkarsalar, dünyayı ele geçirebilirler. Ama öyle bir düşünceleri yok, dünya mirasına sadık hayvanlardır. Bir karınca; işçi olanından, kendi kolonisinden ayrılmış, yola koyulmuştu. Binlerce süregelen geleneğe ihanet etmişti. ''Vurun alçağa!'', ''Nasıl bırakırsın bizi?'', ''Senin yaptığın karıncalığa sığar mı?'', ''Hem tek başına yaşayamazsın, dön yuvana.'' Birçok şey söylenmesine rağmen yolundan şaşmamıştı. ''Nereye?'' diye soranlara, ''Antarktika'' diye cevap veriyordu. Kimler yaşardı orada? Vücudu o soğukluğa karşı dayanabilecek miydi? Bütün bu soruların cevabını anlamak için her şeyi göze almıştı. Hatta oraya varmadan ölmeyi bile... Uzun bir yeşillik görüldü. Bu yolu bitirme ihtimalini düşündü. Nereden baksan bir karınca haftasına denk geliyordu. Bir ağaç bulup biraz dinlenmeli diye düşündü. Ağacın hemen önünde ''Dev ayaklılar'' vardı. Bunlar biri dişi biri erkekti. Piknik yapmaya geldikleri, sepetlerinden belli oluyordu. O sepetten bize de bir şey düşmez mi deyip, sepete doğru yürümeye başladı. Ondan önce bir koloni pusuya yatıp bekliyordu. ''Hey sen!'' ''Ben mi?'' ''Burada senden başka yalnız karınca var mı?'' ''Yok. Ne oldu'' '' Yanlış yerdesin dostum var git yoluna, burası bizim mıntıkamız.'' '' Sepet baya büyük bana da bir şeyler düşer.'' ''Bak dostum, ben büyük bir kabilenin reisiyim. Seni üzmek istemem.'' Etrafa baktı, büyük kolonin emarelerini hissedebiliyordu. Geldiği yoldan geri dönmeye başladı. Uzun yola yarın devam ederim diyerek bir ağacın dibine oturdu. Bir delik vardı ağacın yanında. ''Geceyi burada geçiririm,'' dedi. Ağacının tepesine çıkıp etrafı kolaçan etmek için tırmanmaya başladı. Tırmanmaya devam ediyordu. Aniden takıldı, düştü. Karınca kararınca on beş karınca adım gitmişti. Yılmak yoktu, tekrar tırmanmaya başladı. Bu sefer düştüğü yeri geçti. Çok az kalmıştı ki ilk dala, yine düştü. Karınca inadı tuttu, tekrar tırmanmaya başladı. Bu inat kendi nesline verilmiş en büyük hediyeydi. En sonunda istediği dala varabildi. Etrafa iyice baktıktan sonra biraz şekerleme yaptı. Tekrar yola koyulmak için daha vardı. Yapacaklarını düşündü. Onca yolu gidip hayatta kalmak zordu. Ama geri dönüp koloniye dönmekten iyidir diye düşündü. Tekrar çalışmayı göze alamazdı, ruhuna tersti. Uyandığında yola çıkmanın vakti gelmişti. Güneş işine odaklanmış iyice yayılmıştı. Rüzgar, yaprakların tozunu alıyordu. Tekrar yola koyuldu. Uzun çimenlerin arasından sallana sallana yürüyordu. Bir tepe gördü, oraya doğru hamle yaptı. Birden yuvarlanmaya başladı, o kadar çok yuvarlandı ki düzeldiğinde kendini bir insan olarak görüyordu. Birden gürültüler duymaya başladı. Nerede olduğunu kestirmesi zor olmadı. Dev Ayaklılar kolonisi aralarında top oynuyor, birbirlerine atıyorlardı. Oradan uzaklaşmaya koyuldu. Dev Ayaklılar karınca neslinde sevilmezdi. ''Dev Ayaklılar dünyaya yollanmış en vahşi yaratıklardır.'' Koloni Eğitim Bakanlığının bütün okullarda koyduğu ilk dersti. Onlardan uzak durmak gerekliydi. Oradan kaçmayı başardı, tekrar yola koyuldu. Aradan bir karınca haftası geçmişti. Yeşillik yerini beton yapılara bırakmıştı. Uzunca yolu bitirdiğine sevinmişti ilk başta. Ancak bu beton yapılarda yolunu kaybedebilirdi. Çok karmaşıktı, bir o o kadar da yorucu. Ne yapmalıydı? Bu beton yapıda ezilebilir, parçalanabilirdi. Bir yere geçip akşam olmasını, akşam olunca 'Dev Ayaklılar'ın çekilmesini beklemeliydi. Fazla ses yapmadan bir borunun içine girdi. Gündüzü burada geçirmeliydi. Aksi taktirde yere yapışık bir halde ömrünü geçirebilirdi. Dışarıdan sesler geliyordu, hiç aldırmadan yerinden kımıldamadı. Bu kadar gürültü içerisinde nasıl yaşıyorlar bunlar diye de sitem etti. Ses yükselince merak etti, kafasını borudan dışarı çıkardı. Bir adamın elinde silah diğer adama doğrultmuştu. ''Yaptığın namussuzluğun karşılığını alacaksın Neco'' Böyle bir anla ilk defa karşılaşmıştı. Bunların ne alıp veremediği var, indir o silahı öpüşün bakalım demek geldi içinden. Ama umduğu olmadı, tabancı sesi çoktan duyulmuştu. Üzerine kırmızı renkte sıvı damladı. Tadı iğrençti. Tekrar borunun içine döndü, uyuya kaldı. Sabah birden bir su onu alıp sürüklemeye başladı. Birileri halı yıkıyordu. Tasası ona kalmıştı. Sürüklendikçe sürüklendi. En sonunda bir taşa takılıp, durdu. Su sakinleşmişti. Yoluna devam etmeliydi. Yola koyulmak için adım attı. Birden bir çekirdek çarptı gözüne. Uzun bir yol vardı önünde ama bir yandan da içgüdüsü ona izin vermiyordu. Çekirdeğe doğru hamle yaptı. Etrafına bakındı başka karıncaların olabileceğini hissediyordu ama kimse yoktu. Çekirdeği sırtladı, ilerideki köşeyi geçmek istedi. Aniden 'Dev Ayaklılar'ın sesini işitti, bu tarafa doğru geliyorlardı. Biraz ilerde yokuş vardı. Oraya kadar taşırsam ondan sonra yokuş aşağı yuvarlanırım diye düşündü. Yürümeye başladığı anda bedenin de bir sıcaklık hissetti, asfalta yapıştığını aldığı tattan anlamıştı. Sadece kafasını oynatıyordu. Bir çocuk kahkahası işitti, kafasını o yöne çevirdi. Çocuğun işaret parmağında, belden aşağısını gördü. Hayatı film şeridi gibi gözünü önünden geçmesini beklerken, ilk eğitim gününü hatırladı. '' Dev Ayaklılar dünyaya yollanmış en vahşi yaratıklardır.'

5 Mart 2015 Perşembe



                                          Bu Bir Kabuk

       Karşıya geçmeliyim. Yoksa bunca yolun suyu hürmeti, zehre dönüşecek. Karşıda ne olduğu ya da ne olacağı hakkında hiçbir fikrim yok. Ama karşıya geçmeliyim. Yolculuğa başladığımdan beri olmayan bir yükün ağırlığını taşıyorum. Ne sırtladığım ne de ayaklarımla sürüklediğim bir şey var.                                                               
        Bu bir kabuk; mahallede yan sokağın çocuklarıyla oynadığımız maçta yere düşmüştüm. Taso büyüklüğünde bir yara… Annem kolonya dökelim dediğinde izin vermedim. Yara; kurudu, kabuk tuttu. Kabuğun deriye temas etmediği noktasından tuttum, çektim. Kanadı, kurudu, kabuk tuttu. Bir daha tutup çektim. Kanadı, kurudu, kabuk tuttu. Öyle öyle küçüldü, küçüldü. Küçük bir sivilce haline geldi. Kaşıdım, kaşıdım. Ne kadar kaşıdıysam o kadar büyüdü. Bir sabah kalktım, baktım, hiçbir iz yoktu. 

        Bu bir kabuk; köyümüzdeki bahçede bir ceviz ağacı; abim ile ben koparıyoruz cevizleri. Ellerimiz yemyeşil…  Taş bulmak zor oluyor bahçede; dedemin ahırın kapısına koyduğu taşı alıyoruz, önce abim kırıyor sonra ben. Tadı lastiğe benziyor ama yine de yiyoruz. Kabuklarını atmıyoruz. Dolduruyoruz içine nefretimizi, kinimizi, öfkemizi, kıskançlığımızı. Dolmuyor. Ne koyarsak koyalım dolmuyor. İçine sığdıramıyoruz dünyayı. 

        Bu bir kabuk; yuva, malikâne, barınak…  Karşıya geçerken anlıyorum; sırtladığım ve sürüklediğim bir şey var. Sürekli bana yük olan, yavaşlatan, yolumu uzatan…  Sürekli içinde yaşamak zorunda olduğum… Aslında benim 5 bacağım var; üçü önde ikisi arkada. Biriyle yönümü belirliyorum, diğerleriyle, sırtladığım kabuğumu sürüklüyorum. Birden bir kıpırdama; kabuğuma çekiliyorum. Bir araba sesi duyuluyor, hızla geçiyor yanımdan. Önce yönümü belirlediğim ayağımı çıkarıyorum sonra diğerlerini. Biraz daha yürüyorum bir köpek sesi, tekrar çekiliyorum kabuğuma. Geliyor, kabuğumu yalıyor, ürperiyorum, sonra gidiyor. Yönümü belirleyen ayağımı çıkarıyorum tekrar, bakıyorum etrafa kimse yok. Sonra diğer ayaklarımı çıkarıyorum, etrafta kimse yok, rahat bir nefes alıyorum. Sürüklemeye devam ediyorum, karşıya geçmeliyim bir an önce. Aniden ayak sesleri geliyor, kabuğuma çekiliyorum.- Ömrüm sırtladığım yükün cezasını çekmekle geçiyor. Yüküm o kadar ağır ki, beni korkak yapıyor.- Birkaç tane küçük çocuk geliyor, koşarak. Birden duruyorlar, bana doğru geliyorlar. İçlerinden birisi ‘Oglum bu ne?’ diyor. Diğeri söze giriyor, ‘Buna kaplumbağa diyorlar, beş ayağı varmış.’ Diğeri yine konuşuyor, ‘Hani televizyonda dövüşenler mi oglum? Bunun hiçbir ayağı yok, anamın bileziklerini koyduğu küçük sandığa benziyor.’ , ‘ Ananın bilezikleri mi var?’, ‘Vardı, sattık inek aldık.’, ‘ Bunu alıp götürelim bizim bahçeye belki ayaklarını görürüz.’, ‘Ya sonra bizi döverse’, ‘ Doğru söylüyorsun, bırakalım gidelim, şurada dut ağacı var, ona gideriz.’, ‘ Ben bu sefer yemem annem kızıyor, hep üstümü kirletiyormuşum.’, ‘Ne güzel oglum, bir sürü kırmızı tişörtün oluyor.’ Çekip gidiyorlar. Uzunca bekliyorum, kimse gelmiyor. Bana dayatılan sıralamayla ayaklarımı çıkarıyorum.  

         Rüzgâr kabuğumu yalıyor, bir şeyler anlatıyor. Onu dinliyorum. Kazıyorum toprağı, içine giriyorum. Uzun bir zaman çıkmıyorum içinden.

11 Şubat 2015 Çarşamba

                   Varoluş Sözleşmesi

    Doğarken

Biri: Bu ne? 
Görevli: Varoluş sözleşmesi
Biri : Nereden baksan 1000 sayfa var burada. Nasıl imzalayayım okumadan.
Görevli: Buyurun okuyun. 
Biri: Neyse ya ben güveniyorum size. Parmak oluyor mu?
Görevli: Beyefendi atacağınız bir imza uğraştırmayın lütfen.
Biri: Tamam yahu nereye atıyoruz

Ölürken 

Görevli: Beyefendi imzaladığınız sözleşmeye uymadınız.
Biri: Nasıl olur?
Görevli: Bakın sözleşmenin 1 maddesi a fıkrası: Düşünmek
Biri: Hadi ya, o kadar yaşadık düşünmüşüzdür. Bir daha bakın siz.
Görevli: Yok efendim eminiz.
Biri: Bir ara dilenciye 50 kuruş vermiştim. O sayılmaz mı?
Görevli: Bir kontrol edeyim hemen.
Biri: Kesin vardır, bir bakın.
Görevli: Evet gördüm efendim
Biri: Heh ben size demiştim.
Görevli: Vermişsiniz. Ancak yanlışlıkla attım diyerek 1 tl geri almışınız.
Biri: Hadi be öyle mi olmuş! Şimdi ne yapacağım?
Görevli: Dünyaya tekrar yollayacağız.
Biri: Bak bu güzel fikirmiş.
Görevli: Ama bu sefer direk olarak yollayacağız. Zorluk çekmezsiniz.

1 Şubat 2015 Pazar

                      Emekli Tetikçi 2


        Silahı eline aldığında, işi niye bıraktığını sorgular buldu kendini. Çantadaki belgelere bir göz gezdirdi. Cuma Eken denen adam; ülkeyi elinde çeviren, hani o derin devlet meselesinin Türkiye'deki şubesiymiş. Adamın bilgilerinde; korumalarla bir dünya yarattığı, bir gün; korumasız gezdiği zamanda, kendini çıplak hissettiği söylenirmiş. Bu garip efsane işini zorlaştırmıştı. Elbette kendince haklı bir durumdu. Adam; ülkede en çok öldürülmek istenen listesinde, baş köşeyi kapmıştı. Ancak verilen bilgilerde her perşembe Vegas Otel'ine girdiği, en büyük zaafın bu olduğu söyleniyordu. Otelin koordinatlarını aldıktan sonra İstanbul semalarına yola koyuldu. İstanbul hakkında romanlar, denemeler, şiirler, makaleler ve daha birçok şey yazılmıştı. O ise İstanbul'u tek kelime ile anlatırdı; piç... Bu garip tanım birçok şeyi açıklıyordu. Ona göre İstanbul'u tanımlamak kendini tanımlamaktı. Ve kendini tanımlayacağı tek kelime piçti. Birkaç saat yolculuk sonunda İstanbul'daki evine varmış, istirahat keyfine bir pizza söyleyerek taçlandırmıştı. Birden telefon titremeye başladı. ''Alo'', ''Bilmem tanıdın mı?'', ''Hayır', ''O kadar hukukumuz var, sol kolunla konuşmak ister misin?'', ''Bir sesini duysam iyi olur.'' (Telefonda alkış sesleri gelir) ''Çok işe yarıyor kolun'', ''Nasıl çok işe yarıyor'', ''Sırtım kaşındığında; kör noktalara senin kolunla ulaşabiliyorum.'' Telefonu kapatır; sinirle. Telefon bir daha çalar. ''Kardeşim dalganı geçtin daha ne arıyorsun'', ''Bir daha telefonu kapatırsan sol kolunun işaret parmağıyla burnumu kaşırım. Kuralları ben koyarım lan!'', ''Anlaşıldı. Ne söyleyeceksen söyle fazla uzatma'', ''Bir günün var ona göre elini çabuk tut,'' diyerek telefonu kapadı. Vegas Otel'in çevresinde gezindi, pusuya yatacak yer aradı. Tam karşısında Boston Oteli; onun için bulunmaz bir fırsattı. Her yer yabancı isim, İstanbul kendine yabancı... (kamuspotu) Hemen otele girip Cuma Eken'in odasının tam karşısına yerleşti. Gariptir hemen  buldu, ayarladı. Verilen bilgilerde saat 7 civarı otele giriş yapıyormuş. Neredeyse gelmek üzereydi Cuma Eken. Tek eliyle çantadan yavrusunu çıkarıp pencere kenarına yerleşti. Birkaç türküden sonra ışığın yandığını gördü ve doğruldu. Hedefi ellili yaşlarında, saçlarını üçte ikisine aklar düşmüş, rahat bir yaşam yaşadığı için yüzündeki kırışıklar onu daha genç gösteriyordu. Terlemeye başladı; bu anı ilk işinde yaşamıştı. Terini silmek için sol elini cebine attı. Çıkardığı mendil ile bir güzel sildi her yerini. (Dikkat; bu adamın sol eli yoktur, bahsedilen sağ elidir. El alışkanlığıdır. Tekrar ediyorum bahsedilen sağ koludur.) Yarım saattir niye öldürmediğini düşünüyordu. Eli titriyordu. Bunca tecrübe; ayağına dolanmıştı, bir işe yaramamıştı. Cuma Eken üstünü çıkarmaya başladı; müzik eşliğinde. Sadece donu kalmıştı. Adamı böyle öldürmek kendi profesyonelliğine yakışmayacağı için beklemeye koyuldu. İçeriye seksi mi seksi bir kadın girdi. Uzunca seviştiler, hem de çok uzun. Bu adam bu enerjiyi nereden alıyordu. Bu yaşlarda bu enerji tebrik edilmesi gerekiyordu. Bu tebriği adam seviştikten hemen sonra öldürerek göstermek istiyordu. Kulağa hoş geliyordu; ''Ölmeden Önceki Son Sevişme'' Sevişme bitmişti. Adam cama doğru yaklaştı. Vurulabilecek en iyi zamandı. Ateş etti. Sarsıldı.
 
         -Oğlum kalk yatağına yat hadi!
         -Öldürdümmm
         -Kalk annem ne öldürmesi ne kabusu görüyorsun.
         - Anne sol kolum yokk!
         -Nasıl yok oğlum, ahanda burada, üzerine yatmışsın uyuşmuş o, biraz sıvazlıyam bir şeyin kalmaz.              

19 Ocak 2015 Pazartesi

                     

                     Emekli Tetikçi

                         
                    Uyandığında bir eksiklik olduğunu, bir şeylerin yolunda gitmediğini anlamış olmasına rağmen, geceden beri önüne set çektiği sidik kesesini boşaltmak için tuvalete gitti. Oturmanın zaman kaybı olacağından pijamayı yarıya kadar indirdi ve işemek için sol elini aletine doğru götürdü. Yerinde yoktu. Bir çığlık attı. Hayatında ilk defa çığlık atmış gibiydi. Bu çığlığın kız gibi çıkması da ürperticiydi. Yerinde olmayan sol koluydu. Çığlıkla beraber işemeye başladı. Su gelince götü başı ayrı oynayan hortumlar gibi etrafa, üstüne işemeye başladı. Daha fazla sıçratmamak için hemen sağ elini devreye soktu. Fiziksel bir rahatlık yaşarken, sol kolunun yerinde olmayışının o acı verici hali onu kahrediyordu. Dün gece ne olduğundan bihaberdi. Odaya döndü, yatağın üzerine attı kendini. Neler oluyordu? Hatırlamaya çalışıyordu ancak geceden hiçbir emare yoktu. Sol kolunu fazla kullanmıyordu ama onsuz da yaşanır anlamına gelmezdi bu. Yürüyüşü sırasında sağa çekmesi onu telaşlandırmıştı. Sanki kolunun bir tarafına 2 kilo pamuk diğerine 1 kilo demir asmışlardı. Çığlık, ses tellerinin akordunu bozmuş, damağını kurutmuştu. Su içmek için mutfağa gitti. Sağa çekme olayını biraz düzeltmişti. Yatak odasına döndüğünde telefonu çalıyordu. Telefonu hemen açtı. ''Sol kolun bizde, aramamızı bekle,'' dedi ve telefonu kapattı. Dondu kaldı. Hiçbir şey anlamamıştı. Sehpanın üstünde bir not vardı. Notta; ''Kolun bizde polise haber vermeyeceğini biliyoruz. O yüzden telefonda bunu söyleyerek o berbat klişeye düşmek istemedik. Umarım anlamışsındır bizi, seni emekli tetikçi,''yazıyordu. Polise niye gitmeyeceğini de anlamıştı. Telefon yine çaldı. ''Alo'', ''Eefendim'', ''Senden birini öldürmeni istiyoruz. Silah ve adres elbise dolabının içinde, bu iş bittikten sonra kolunu geri vereceğiz. Aksi taktirde sol koluna aklına bile getiremeyeceğin şeyler yapacağız.'','' O ne demek kardeşim?'', ''O ne garip bir soru lan, böyle bir soruya çalışmamıştım. Neyse meselemiz de o değil zaten,'' diyerek telefonu kapattı. Bir süredir devam eden normal hayatı yerle yeksan olmuş, o da yetmediği gibi üstünde tepişmişlerdi. Kağıdın yanında duran Marlboro paketinden, kapağını ağzıyla yırttıktan sonra bir dal aldı. Çakmağı çekmeceden alıp sigarayı yaktı. İçine çektiği ilk dumanla savurması bir oldu. Telefonda elbise dolabı bahsi geçmişti. Hemen elbise dolabını açtı ve üst üste yığılmış elbiseleri hızla savurmaya başladı. Bir çanta ; şifre sistemi ile oluşturulmuş, siyah ve bir valiz büyüklüğündeydi. Çantayı alıp yatağın üstüne koydu. Telefon yine çaldı. ''Alo'', ''Efendim'', ''Şifreyi söylüyorum: Cuma'', ''Cuma mi?'', ''Evet, öldüreceğin adamın ismi: Cuma Eken'', ''Ama şifre düzeneği sayı sistemine göre ayarlanmış'', ''Bir telefonuna bak kardeşim, bu kadar ezberci olma'', '' Akıllı telefon kullanıyorum ama'', ''Ulan hep hazırlanmadığım yerden vuruyorsun. Şifre: 2862,'' diyerek kendince oluşturduğu kriptoloji sisteminin suya düştüğünün üzüntüsüyle telefonu kapadı. Çantaya döndü, söylenen şifreyi girdi. Çantada: Amerikan yapımı bir McMillan Tac-50 ve birtakım dosyalar vardı. Çocuğunu kaybedip daha sonra bulmuş anne gibi sevdi silahını. Çok uzun zaman olmuştu kullanmayalı. Silah; sevişmeye hazır, seksi bir kadın gibi duruyordu. Üzerine toprak attığı 'öldürme isteği' sanki bir gömü bulmuş gibi tekrar gün yüzüne çıkmıştı. En son işi; 30 yaşlarında bir işadamını, kardeşinin vasıtasıyla öldürmüş, büyük para kaldırmıştı. Emekliliğini Hawaii adalarında değil küçüklüğünü yaşadığı Kumbağ'da Mercanköşk Sokağında geçiriyordu. Yazları cıvıl cıvıl olan bu yer kışları ise semtin çekirdek kadrosuyla geçinip gidiyordu. Ya çok kalabalık olacaktı ya da bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar insan olacaktı. Yaşamında iki şeyden ibaret olduğunu düşünüyordu. Hiçbir şeyin ortası yoktu. Kelimeler de böyledir. Birbirlerinin yansımalarıdır. Normal/ anormal, güzel/ çirkin gibi... Doğduğumuz dünyada da diğer dünya ile tehdit ediliyorduk, fikirlerin de karşıtlıktan ortaya çıktığını ve bahsettiği teorinin en büyük destekçi örneği olduğunu söylerdi. Onun için de insanlar ikiye ayrılırdı. Öldüreceğim ve öldürmeyeceğim...


Not: Bir hikaye serisi, devamı olacaktır.
                   

3 Ocak 2015 Cumartesi

                   Sokak Lambası

Odaya girdiğinde doktorun tavrı bir şeyler hissettiriyordu. Söylemek istediğini hemen söylemiyor, bilimsel laflarla top çeviriyordu. Saatine baktı, hastaya ayırdığı sürenin sonuna gelmiş gibi beklenen söze girdi. ''Nuri Bey bir aydan kısa bir ömrünüz kaldı,'' diyerek çekmecesinden purosunu çıkarttı, bir tanesini de hastaya uzattı. ''Bakın! Biliyorum bu kolay bir şey değil ancak rutin kontroller devam edecek. Gerekli ilaçların devamlı alınmasını istiyorum sizden.'', ''Ne ilacı doktor bey, o kadar ilaç alıyorum, kontrollere geliyorum ama ömrümü bir aya bile tamamlayamadınız. Hatta o üç ay ömrünüz kalmış klişesini bile bana çok gördünüz,'' diyerek uzatılan puroyu aldı. Cebinden çakmağı çıkardı. ''Durun durun ne yapıyorsunuz? Burada sigara içilmez, dışarıda için diye verdim.'', ''Ama siz de çıkardınız.'', ''Bu puro değil simgesel bir şey, tütmeyeninden'', ''Tamam o zaman eve gideyim de ölmeden önce yapacaklar listesini hazırlayayım,'' diyerek kapıya yöneldi. Hiç bu kadar sakin olmamıştı. Her şeyin farkındaydı, eskisi gibi yaşamak gereksizdi. ''Nuri Bey hiç rugby oynadınız mı?'', ''Duydum ama hiç merak sarmadım.'', ''Bence o listeye ekleyin, ben de ekledim.'', ''Düşünürüm,'' diyerek odadan çıktı. Doktorun tavrına alışmıştı. Eşi deli doktoruydu, belki bu doktorun tavrını alışmasına bir neden olmuştu. Sokağa çıktı, kalabalığa karışmıştı. Onlar gibi gözükmek istiyordu ancak o kalabalıkta kimin ömrünün az kaldığını sorsalar, 100 kişiden 98'i onu gösterirdi. Geriye kalan iki kişi de onu gösterirdi. Niye böyle yüzdelik meselesine girildiği de muamma. Tenha sokaklara girdi, yolunu uzatsa da eve varması 10 dakikayı aldı. Daha iyi tedavi alabilmek için 6 ay önce buraya taşınmıştı. ''Vücudumun içinde yaşayan kurtçuklar varmış, bu kurtçuklar beni yemeye başladı, bu önlenemez kurtçukların kalbe ulaşmasına çok az bir süre kalmış.'' diyerek kısaca açıklıyordu hastalığını. Bir aydan az bir sürenin kaldığını yeni öğrenmişti. Aslında beklenen bir şeydi, kendini bu duruma alıştırıyordu. Hatta kurtçuklarla iletişime geçmeyi bile denedi. Evde 10 kasa elma vardı ve her gün yiyordu. Ona göre o kurtçukları bu şekilde besliyordu. Kendi organlarına zarar vermemesi için elma manyağına dönmüştü. Doktoru ne kadar anlatsa da bu bizim bildiğimiz kurtçuklardan değil diye ama bir türlü anlamıyordu. Eve varmıştı. Nurten; sevgilisi, onu bekliyordu. '' Ne oldu anlatsana?'', ''Bir şey olduğu yok, seni geçen bir adamla gördüm ama sen utanmadan evime geliyorsun.'',''Ne adamı Nuri, o benim amcamdı,'' diyerek ağlamaya başladı. ''Neyse ney çabuk git evimden, seni burada görmek istemiyorum. Şimdi gidebilirsin amcana,'' dedi ve kapıyı ona gösterdi. Nurten burnunu sağ koluyla sildikten sonra ağlar halde evden çıktı. En iyisi ayrılmaktı, ona da bu acıyı tattırmak istemiyordu. Ama onla gördüğü adamın amcası olduğunu da sanmıyordu. Çalışma masasına oturdu. Çekmeceden üzerinde 'Duran Peynircilik' yazan defteri çıkardı. Bir aydan az bir sürede neler yapmalıydı? Kağıda 'Ölmeden önce yapılacaklar listesi' diye yazdı. 1) Ölmek. Biraz düşündükten sonra bu kadar illet ettiği bir dünyaya daha da bağlanmanın ne anlamı vardı? Bunca kavga, küfür, nefret, itişme, kuyu kazma, öldürme, saldırma, kıskançlık, savurganlık, isyan... O kadar birikmişti ki bu dünyaya karşı kirlenen duyguları, neden daha fazla bağlanayım sorusuna, aslında bir cevaptı. Bu girişiminin intihar olduğuna inanmıyordu. Ancak öldükten sonra bu tür söylemler olacağını biliyordu. Hatta korkak bile diyeceklerdi. Masanın ikinci çekmecesini açtı, doktorun verdiği neredeyse bir poşet dolusu ilaçları çıkardı, masanın üstüne koydu. Beni kurtarmadılar bari öldürsünler diyerek bütün ilaçları ağzına attı. İlk başta bir şey hissetmiyordu. Akşam olduğunun farkındaydı. Başı dönmeye başladı. Birden hayatı bir film şeridi gibi gözünün önünden geçmeye başladı. Aniden,her yer gözünü kör edecek kadar aydınlıktı.. Aklına getirmek istemediği bir şeydi. Yoksa ölmüş müydü? Işığa doğru gidiyordu. Odasına güneş doğmuştu. Bir pencere vardı, halbuki bizlere hep kapı diye dikta edilmişti. Pencere nereden çıkmıştı? Anlaması uzun sürmedi. Penceresinin yanındaki sokak lambası; daha önce uyuyamadığı için kendisin kırdığı bu lamba, tekrar yanmaya başlamıştı. Odaya gitti, bir elma aldı ve lambaya doğru fırlattı. Lamba bu sefer tamamen paramparçaydı. Pencereyi kapattığı gibi yere yığıldı; sancıları başlamıştı. Bir telefon sesi duyulmaya başladı. Ona doğru hamle yaptı, sürüklenerek, aynı zamanda bağırarak, bir yandan da sorgu meleklerine karşı cevaplarının hazır olmadığını düşündü. ''Alo Nuri Bey'',''Efeeenndim'', ''Ben Doktor Selami, acil bir durum vardı o yüzden rahatsız ettim. Bugün bazı belgelerde karışıklık olmuş onu haber verecektim'', ''Eeee'', ''Yani bir aydan az bir süreniz kalmamış Nuri Bey'', ''Nasıl yani?'', ''Üç ay ömrünüz kalmış.''