1 Mayıs 2015 Cuma



                                       Mısır Gevreği


Nereden baksan yedi gündür yatıyorum. Üzerimde dünyadan vazgeçişin, masum surat ifadesi var. Hiçbir işte tutunamadığı ya da bir başarıyı bile kendine çok gören adamın, vazgeçişi değil bu. Hayatın bütün yemeklerinden tatmış; özellikle, gerektiğinde kısık ateşte, gerektiğinde de kavruk ateşte pişirilmiş, baharatların en güzel tadı verdiği, ekmeğin başıyla, hafif hafif banılarak yenilen yemeklerden, sıkılmış bir adamın, vazgeçişi de değil. Düz bir ölüm; beklenenden öte… Bunca yaşanmışlığın, mısır gevreği, soluk boruma kaçtığında anlamıştım gereksizliğini. Tüm ölümler aynı kefedeydi gözümde. Ölürken yaşanmışlığın gereksizliğini anlatırdı.

Ölmeden önce yediğim mısır gevreğinin tadı, hala ağzımdaydı. Birkaç parça da, dişimin aralarını kendilerine yuva yapmıştı. Tam yedi gün oldu yere serileri. Üzerinize afiyet, ne varsa, saldım ortalığa. Kapıyı çalan olmadı. Sanki her an, birilerinin gelip, kapıyı kırarak, beni götüreceğini düşünürüm. Ortalıkta kimse yok, hatta üç günde bir, çöp için kapıya gelen kapıcı bile uğramadı. Kapıyı çalmadan, çöpünü almadan bir yere kıpırdamayan kapıcı, ölümümden yedi gün geçmesine rağmen, hala kapıyı çalmadı. Peki, Hanife Teyzeye ne demeli? Tek yaşadığım bildiği için, iki günde bir bana yemek getirir, bir isteğimin olması halinde, çekinmem halinde güceneceğini söylerdi. Ondan ne ses vardı ne de yemeklerinin kokusu. Hayatını, memur eşinin, işten dönmesini beklemekle geçiren Hanife Teyzenin, eşinin emekliye ayrılacağından dolayı yaşadığı üzüntü; hayatına anlam katan bekleme zamanlarının sona ermesinin getireceği korkuların bile, bana yemek getirmesini engelleyeceğini düşünmek bir yana, aklımın ucuna getirmiyor, en son getirdiği yemeği; karnıyarık, kıymaların ağzımda dağılışının, bitirdikten sonra tabakta kalan son kıyma parçalarını, ekmekle nasıl tertemiz ettiğimi, kendime anlatıyordum. Kendime anlatmak istediğim o kadar çok şey vardı ki, zamanı nasıl kullanacağımı bilmiyordum. Bana verilen son görevi, yerine getirmekten haz alamıyordum. Hayatımın büyük bölümünü, ya yatağa ya da koltuğa uzanmış bir biçimde, geçirmekten mutluluk duydum. Buna yedi gün eklenmesi, bana hazdan çok huzursuzluk inşa ediyordu. Bu inşanın temeli; en başlarda güvenli görünse de, bir zaman sonra yıkılacağını, yerle yeksan olacağının da farkındaydım. Bir şeyleri kabul etmem gerektiğini görüyordum. Bunu bir çalar saat gibi ertelemek bana huzur verse de, tam bir işkenceye dönmesi içten bile değildi. Kafamı kurcalayan, hazmedemediğim, karşıma alamadığım bütün sorular, sıraya dizilmiş, her cepheden saldırıyordu. İtina ile ertelediğim sorular, ölü bedenimi rahat bırakmıyordu. Bunca yaşanmışlığın hatırı falan da yoktu. Bir karınca etrafımda dolaşmaya başladı. Dolanıyor, girebileceği yolları arıyordu. Ancak her defasında bedenime takılıyordu. Yedi gündür beni ziyaret eden tek canlı, bir karıncaydı. Yarı açık ağzımdan girip, bir seyahat gerçekleştirmeye başladı. Ağzımın o yapış yapış yerlerini geçip, köpek dişime doğru ilerledi. Ne bekliyordu burada? Ağzım kapansa yanlışlıkla, eriyip gidecekti. Görülende öyle bir korku, endişe yoktu. Köpek dişimden, damağıma doğru hamle yaptı. Hamlesi kuvvetli olmadı ki, yuvarlandı. Alt büyük azı dişimin üstünde biraz titremeden sonra düzeldi. Diğer büyük azı dişin arasına doğru hamle yaparken, aralığa yerleşmiş mısır gevreğinin kokusunu almış olmalı ki, orada biraz bekledi. Bu bekleme fazla uzun sürmedi. Tepelemeye ve etrafında dolanmaya başladı. Elinde bir kürdan olsaydı, kürdanı alttan sokup, iterek, gevreği çıkartabilirdi. Çırpınması bir işe yaradığı söylenemezdi. Oradan o gevreği almadan da ayrılacağı gibi görünmüyordu. Azı dişinin, içine yuva yapıp, ömrünün geri kalanını burada geçirmeye meyilli gibiydi. Bir çiftlik gibi düşünülürse, sulak ve besini olan bir yere yuva yapacaktı. Nereden baksan birkaç ayı geçirebileceği yiyecek stokuna sahipti. En son, bir ay önce iş başvurusuna gittiğimde, fırça görmüş bu dişler, bir karınca için, bir depo mahiyetindeydi. Kışın da yazın da çalışmasına gerek yoktu. Masallara konu olmuş karıncanın, kendi kaderini tayin etme fırsatı verilmişti. Ancak bunca çaba ve uğraştan sonra, biraz karnını doyurmanın da verdiği güvenle, ağzımda yaptığı geziyi sonlandırma kararı almış olmalı ki, dudağıma doğru hamlesini yaptı. Ve dışarı çıktığında, yerde birikmiş, bir gölcük haline gelmiş, birikintinin içine düştü. Yapış yapış olması, karıncanın oradan erken kurtulmasını engelliyordu. Zar zor kurtulduğu, yapış yapış olan sıvı birikintisinden, kurtulup, kendi yoluna devam etmeye başladı. Ayağına bulaşan sıvı, attığı her adımda, yere yapışıyor, iz bırakıyordu. İzini kaybettirmesi için çokça yürümesi ya da bir halıya çıkarak kurutması, sonra yoluna devam etmesi gerekiyordu. Bu karıncanın ziyareti, kendime kabul ettirmem gereken şeyi, erteletmişti. Vaktimin ne kadarının kaldığını bilmiyordum. Birileri kapıyı kırıp, içeriye girmesi, an meselesiydi. Kabul etmem gereken şeyin; boşa yaşanmış bir hayatımın olmasıydı, düşüncesi beni sardı. Kime göre, neye göre? Dolu yaşanmış bir hayat, neye denk geliyordu? Arkamda bolca iz bırakmış olsaydım, bu içi dolu yaşanmışlığın, karşılığını vermiş olacak mıydım? Kendisine bile iyiliği dokunmayan birinin, hayatı, boş bir hayat olarak mı tanımlanacaktı? En can alıcı soruyu sormanın vakti gelmişti. Yedi gündür, ölü bir şekilde yatan birinin, gelip, ölüsünü kaldıracak birilerinin olmaması, tam karşılığı, boş bir hayatın tasviri miydi? Yalnız olmak; benim tercihim değilmiş gibi görünse de, içten içe hep yalnız kalmanın, yolunu aramış biriydim. Kaçtığım kendi kalabalığımdı.. Hafife almıştım kendimi, o anda da, bana tam anlamıyla, balyozu indirmişti. Zor olanı seçmiştim. Bir ara kapı çalındı. Yolun sonuna gelmiştim, dedim kendime. Ancak birkaç yumruk darbesinden sonra, ayak seslerinin, yavaş yavaş azalmasını dinliyor, kapıyı çalan kişinin, bir an önce başkalarına haber vermesini bekliyordum.  Beklenen olmadı. Muhtemel; bir satıcı olmalıydı. Kapıcı olsaydı birkaç denemeden daha fazlasını yapar, Hanife teyze olsaydı zile basardı. Kimsenin gelmeyeceğini anlayan ben, kalkıp bir göz gezdirmem gerekiyordu. Kendi kendimi merak etmiştim. Geri geldiğimde evin her yeri ceset doluydu. Bir sürü, bana benzeyen cesetler… Ayağımı nereye atsam, bedenimin bir parçasına basıyordum. Bir savaş vardı burada. Yoksa bunca ceset, nereden gelmiş olabilir ki. Anlamadığım, bütün cesetlerin neden bana benzediği, sorusuydu. Ben bir savaşçı olmalıydım. Hayatı boyunca, kendi kalabalığına karşı, hiç durmadan, yorulmadan savaşmış, bir savaşçı… 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder