Mısır Gevreği
Nereden baksan yedi gündür yatıyorum. Üzerimde dünyadan
vazgeçişin, masum surat ifadesi var. Hiçbir işte tutunamadığı ya da bir
başarıyı bile kendine çok gören adamın, vazgeçişi değil bu. Hayatın bütün
yemeklerinden tatmış; özellikle, gerektiğinde kısık ateşte, gerektiğinde de
kavruk ateşte pişirilmiş, baharatların en güzel tadı verdiği, ekmeğin başıyla,
hafif hafif banılarak yenilen yemeklerden, sıkılmış bir adamın, vazgeçişi de
değil. Düz bir ölüm; beklenenden öte… Bunca yaşanmışlığın, mısır gevreği, soluk
boruma kaçtığında anlamıştım gereksizliğini. Tüm ölümler aynı kefedeydi
gözümde. Ölürken yaşanmışlığın gereksizliğini anlatırdı.
Ölmeden önce yediğim mısır gevreğinin tadı, hala ağzımdaydı.
Birkaç parça da, dişimin aralarını kendilerine yuva yapmıştı. Tam yedi gün oldu
yere serileri. Üzerinize afiyet, ne varsa, saldım ortalığa. Kapıyı çalan
olmadı. Sanki her an, birilerinin gelip, kapıyı kırarak, beni götüreceğini
düşünürüm. Ortalıkta kimse yok, hatta üç günde bir, çöp için kapıya gelen
kapıcı bile uğramadı. Kapıyı çalmadan, çöpünü almadan bir yere kıpırdamayan
kapıcı, ölümümden yedi gün geçmesine rağmen, hala kapıyı çalmadı. Peki, Hanife
Teyzeye ne demeli? Tek yaşadığım bildiği için, iki günde bir bana yemek
getirir, bir isteğimin olması halinde, çekinmem halinde güceneceğini söylerdi. Ondan ne ses vardı
ne de yemeklerinin kokusu. Hayatını, memur eşinin, işten dönmesini beklemekle
geçiren Hanife Teyzenin, eşinin emekliye ayrılacağından dolayı yaşadığı üzüntü;
hayatına anlam katan bekleme zamanlarının sona ermesinin getireceği korkuların
bile, bana yemek getirmesini engelleyeceğini düşünmek bir yana, aklımın ucuna
getirmiyor, en son getirdiği yemeği; karnıyarık, kıymaların ağzımda
dağılışının, bitirdikten sonra tabakta kalan son kıyma parçalarını, ekmekle
nasıl tertemiz ettiğimi, kendime anlatıyordum. Kendime anlatmak istediğim o kadar çok
şey vardı ki, zamanı nasıl kullanacağımı bilmiyordum. Bana verilen son görevi,
yerine getirmekten haz alamıyordum. Hayatımın büyük bölümünü, ya yatağa ya da
koltuğa uzanmış bir biçimde, geçirmekten mutluluk duydum. Buna yedi gün
eklenmesi, bana hazdan çok huzursuzluk inşa ediyordu.
Bu inşanın temeli; en başlarda güvenli görünse de, bir zaman sonra
yıkılacağını, yerle yeksan olacağının da farkındaydım. Bir şeyleri kabul etmem
gerektiğini görüyordum. Bunu bir çalar saat gibi ertelemek bana huzur verse de,
tam bir işkenceye dönmesi içten bile değildi. Kafamı kurcalayan,
hazmedemediğim, karşıma alamadığım bütün sorular, sıraya dizilmiş, her cepheden
saldırıyordu. İtina ile ertelediğim sorular, ölü bedenimi rahat bırakmıyordu.
Bunca yaşanmışlığın hatırı falan da yoktu. Bir karınca etrafımda dolaşmaya
başladı. Dolanıyor, girebileceği yolları arıyordu. Ancak her defasında bedenime
takılıyordu. Yedi gündür beni ziyaret eden tek canlı, bir karıncaydı. Yarı açık
ağzımdan girip, bir seyahat gerçekleştirmeye başladı. Ağzımın o yapış yapış
yerlerini geçip, köpek dişime doğru ilerledi. Ne bekliyordu burada? Ağzım
kapansa yanlışlıkla, eriyip gidecekti. Görülende öyle bir korku, endişe yoktu.
Köpek dişimden, damağıma doğru hamle yaptı. Hamlesi kuvvetli olmadı ki,
yuvarlandı. Alt büyük azı dişimin üstünde biraz titremeden sonra düzeldi. Diğer büyük azı dişin arasına doğru hamle yaparken, aralığa yerleşmiş mısır
gevreğinin kokusunu almış olmalı ki, orada biraz bekledi. Bu bekleme fazla uzun
sürmedi. Tepelemeye ve etrafında dolanmaya başladı. Elinde bir kürdan olsaydı,
kürdanı alttan sokup, iterek, gevreği çıkartabilirdi. Çırpınması bir işe
yaradığı söylenemezdi. Oradan o gevreği almadan da ayrılacağı gibi
görünmüyordu. Azı dişinin, içine yuva yapıp, ömrünün geri kalanını burada
geçirmeye meyilli gibiydi. Bir çiftlik gibi düşünülürse, sulak ve besini olan
bir yere yuva yapacaktı. Nereden baksan birkaç ayı geçirebileceği yiyecek
stokuna sahipti. En son, bir ay önce iş başvurusuna gittiğimde, fırça görmüş bu
dişler, bir karınca için, bir depo mahiyetindeydi. Kışın da yazın da
çalışmasına gerek yoktu. Masallara konu olmuş karıncanın, kendi kaderini tayin
etme fırsatı verilmişti. Ancak bunca çaba ve uğraştan sonra, biraz karnını doyurmanın
da verdiği güvenle, ağzımda yaptığı geziyi sonlandırma kararı almış olmalı ki,
dudağıma doğru hamlesini yaptı. Ve dışarı çıktığında, yerde birikmiş, bir
gölcük haline gelmiş, birikintinin içine düştü. Yapış yapış olması, karıncanın
oradan erken kurtulmasını engelliyordu. Zar zor kurtulduğu, yapış yapış olan
sıvı birikintisinden, kurtulup, kendi yoluna devam etmeye başladı. Ayağına
bulaşan sıvı, attığı her adımda, yere yapışıyor, iz bırakıyordu. İzini
kaybettirmesi için çokça yürümesi ya da bir halıya çıkarak kurutması, sonra
yoluna devam etmesi gerekiyordu. Bu karıncanın ziyareti, kendime kabul ettirmem
gereken şeyi, erteletmişti. Vaktimin ne kadarının kaldığını bilmiyordum.
Birileri kapıyı kırıp, içeriye girmesi, an meselesiydi. Kabul etmem gereken
şeyin; boşa yaşanmış bir hayatımın olmasıydı, düşüncesi beni sardı. Kime göre,
neye göre? Dolu yaşanmış bir hayat, neye denk geliyordu? Arkamda bolca iz
bırakmış olsaydım, bu içi dolu yaşanmışlığın, karşılığını vermiş olacak mıydım?
Kendisine bile iyiliği dokunmayan birinin, hayatı, boş bir hayat olarak mı tanımlanacaktı? En can alıcı soruyu sormanın vakti gelmişti. Yedi gündür,
ölü bir şekilde yatan birinin, gelip, ölüsünü kaldıracak birilerinin olmaması,
tam karşılığı, boş bir hayatın tasviri miydi? Yalnız olmak; benim tercihim
değilmiş gibi görünse de, içten içe hep yalnız kalmanın, yolunu aramış
biriydim. Kaçtığım kendi kalabalığımdı.. Hafife almıştım kendimi, o anda da,
bana tam anlamıyla, balyozu indirmişti. Zor olanı seçmiştim. Bir ara kapı
çalındı. Yolun sonuna gelmiştim, dedim kendime. Ancak birkaç yumruk darbesinden
sonra, ayak seslerinin, yavaş yavaş azalmasını dinliyor, kapıyı çalan kişinin,
bir an önce başkalarına haber vermesini bekliyordum. Beklenen olmadı. Muhtemel; bir satıcı
olmalıydı. Kapıcı olsaydı birkaç denemeden daha fazlasını yapar, Hanife teyze
olsaydı zile basardı. Kimsenin gelmeyeceğini anlayan ben, kalkıp bir göz
gezdirmem gerekiyordu. Kendi kendimi merak etmiştim. Geri geldiğimde evin her
yeri ceset doluydu. Bir sürü, bana benzeyen cesetler… Ayağımı nereye atsam,
bedenimin bir parçasına basıyordum. Bir savaş vardı burada. Yoksa bunca ceset,
nereden gelmiş olabilir ki. Anlamadığım, bütün cesetlerin neden bana benzediği,
sorusuydu. Ben bir savaşçı olmalıydım. Hayatı boyunca, kendi kalabalığına
karşı, hiç durmadan, yorulmadan savaşmış, bir savaşçı…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder