Bu Bir Kabuk
Karşıya
geçmeliyim. Yoksa bunca yolun suyu hürmeti, zehre dönüşecek. Karşıda ne olduğu
ya da ne olacağı hakkında hiçbir fikrim yok. Ama karşıya geçmeliyim. Yolculuğa
başladığımdan beri olmayan bir yükün ağırlığını taşıyorum. Ne sırtladığım ne de
ayaklarımla sürüklediğim bir şey var.
Bu bir kabuk; mahallede yan sokağın
çocuklarıyla oynadığımız maçta yere düşmüştüm. Taso büyüklüğünde bir yara…
Annem kolonya dökelim dediğinde izin vermedim. Yara; kurudu, kabuk tuttu. Kabuğun
deriye temas etmediği noktasından tuttum, çektim. Kanadı, kurudu, kabuk tuttu.
Bir daha tutup çektim. Kanadı, kurudu, kabuk tuttu. Öyle öyle küçüldü, küçüldü.
Küçük bir sivilce haline geldi. Kaşıdım, kaşıdım. Ne kadar kaşıdıysam o kadar
büyüdü. Bir sabah kalktım, baktım, hiçbir iz yoktu.
Bu bir kabuk; köyümüzdeki
bahçede bir ceviz ağacı; abim ile ben koparıyoruz cevizleri. Ellerimiz
yemyeşil… Taş bulmak zor oluyor bahçede;
dedemin ahırın kapısına koyduğu taşı alıyoruz, önce abim kırıyor sonra ben. Tadı
lastiğe benziyor ama yine de yiyoruz. Kabuklarını atmıyoruz. Dolduruyoruz içine
nefretimizi, kinimizi, öfkemizi, kıskançlığımızı. Dolmuyor. Ne koyarsak koyalım
dolmuyor. İçine sığdıramıyoruz dünyayı.
Bu bir kabuk; yuva, malikâne, barınak… Karşıya geçerken anlıyorum; sırtladığım ve
sürüklediğim bir şey var. Sürekli bana yük olan, yavaşlatan, yolumu
uzatan… Sürekli içinde yaşamak zorunda
olduğum… Aslında benim 5 bacağım var; üçü önde ikisi arkada. Biriyle yönümü
belirliyorum, diğerleriyle, sırtladığım kabuğumu sürüklüyorum. Birden bir
kıpırdama; kabuğuma çekiliyorum. Bir araba sesi duyuluyor, hızla geçiyor
yanımdan. Önce yönümü belirlediğim ayağımı çıkarıyorum sonra diğerlerini. Biraz
daha yürüyorum bir köpek sesi, tekrar çekiliyorum kabuğuma. Geliyor, kabuğumu
yalıyor, ürperiyorum, sonra gidiyor. Yönümü belirleyen ayağımı çıkarıyorum
tekrar, bakıyorum etrafa kimse yok. Sonra diğer ayaklarımı çıkarıyorum, etrafta
kimse yok, rahat bir nefes alıyorum. Sürüklemeye devam ediyorum, karşıya
geçmeliyim bir an önce. Aniden ayak sesleri geliyor, kabuğuma çekiliyorum.-
Ömrüm sırtladığım yükün cezasını çekmekle geçiyor. Yüküm o kadar ağır ki, beni
korkak yapıyor.- Birkaç tane küçük çocuk geliyor, koşarak. Birden duruyorlar,
bana doğru geliyorlar. İçlerinden birisi ‘Oglum bu ne?’ diyor. Diğeri söze
giriyor, ‘Buna kaplumbağa diyorlar, beş ayağı varmış.’ Diğeri yine konuşuyor, ‘Hani
televizyonda dövüşenler mi oglum? Bunun hiçbir ayağı yok, anamın bileziklerini
koyduğu küçük sandığa benziyor.’ , ‘ Ananın bilezikleri mi var?’, ‘Vardı,
sattık inek aldık.’, ‘ Bunu alıp götürelim bizim bahçeye belki ayaklarını
görürüz.’, ‘Ya sonra bizi döverse’, ‘ Doğru söylüyorsun, bırakalım gidelim,
şurada dut ağacı var, ona gideriz.’, ‘ Ben bu sefer yemem annem kızıyor, hep
üstümü kirletiyormuşum.’, ‘Ne güzel oglum, bir sürü kırmızı tişörtün oluyor.’
Çekip gidiyorlar. Uzunca bekliyorum, kimse gelmiyor. Bana dayatılan sıralamayla
ayaklarımı çıkarıyorum.
Rüzgâr kabuğumu yalıyor, bir şeyler anlatıyor. Onu
dinliyorum. Kazıyorum toprağı, içine giriyorum. Uzun bir zaman çıkmıyorum
içinden.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder