5 Mart 2015 Perşembe



                                          Bu Bir Kabuk

       Karşıya geçmeliyim. Yoksa bunca yolun suyu hürmeti, zehre dönüşecek. Karşıda ne olduğu ya da ne olacağı hakkında hiçbir fikrim yok. Ama karşıya geçmeliyim. Yolculuğa başladığımdan beri olmayan bir yükün ağırlığını taşıyorum. Ne sırtladığım ne de ayaklarımla sürüklediğim bir şey var.                                                               
        Bu bir kabuk; mahallede yan sokağın çocuklarıyla oynadığımız maçta yere düşmüştüm. Taso büyüklüğünde bir yara… Annem kolonya dökelim dediğinde izin vermedim. Yara; kurudu, kabuk tuttu. Kabuğun deriye temas etmediği noktasından tuttum, çektim. Kanadı, kurudu, kabuk tuttu. Bir daha tutup çektim. Kanadı, kurudu, kabuk tuttu. Öyle öyle küçüldü, küçüldü. Küçük bir sivilce haline geldi. Kaşıdım, kaşıdım. Ne kadar kaşıdıysam o kadar büyüdü. Bir sabah kalktım, baktım, hiçbir iz yoktu. 

        Bu bir kabuk; köyümüzdeki bahçede bir ceviz ağacı; abim ile ben koparıyoruz cevizleri. Ellerimiz yemyeşil…  Taş bulmak zor oluyor bahçede; dedemin ahırın kapısına koyduğu taşı alıyoruz, önce abim kırıyor sonra ben. Tadı lastiğe benziyor ama yine de yiyoruz. Kabuklarını atmıyoruz. Dolduruyoruz içine nefretimizi, kinimizi, öfkemizi, kıskançlığımızı. Dolmuyor. Ne koyarsak koyalım dolmuyor. İçine sığdıramıyoruz dünyayı. 

        Bu bir kabuk; yuva, malikâne, barınak…  Karşıya geçerken anlıyorum; sırtladığım ve sürüklediğim bir şey var. Sürekli bana yük olan, yavaşlatan, yolumu uzatan…  Sürekli içinde yaşamak zorunda olduğum… Aslında benim 5 bacağım var; üçü önde ikisi arkada. Biriyle yönümü belirliyorum, diğerleriyle, sırtladığım kabuğumu sürüklüyorum. Birden bir kıpırdama; kabuğuma çekiliyorum. Bir araba sesi duyuluyor, hızla geçiyor yanımdan. Önce yönümü belirlediğim ayağımı çıkarıyorum sonra diğerlerini. Biraz daha yürüyorum bir köpek sesi, tekrar çekiliyorum kabuğuma. Geliyor, kabuğumu yalıyor, ürperiyorum, sonra gidiyor. Yönümü belirleyen ayağımı çıkarıyorum tekrar, bakıyorum etrafa kimse yok. Sonra diğer ayaklarımı çıkarıyorum, etrafta kimse yok, rahat bir nefes alıyorum. Sürüklemeye devam ediyorum, karşıya geçmeliyim bir an önce. Aniden ayak sesleri geliyor, kabuğuma çekiliyorum.- Ömrüm sırtladığım yükün cezasını çekmekle geçiyor. Yüküm o kadar ağır ki, beni korkak yapıyor.- Birkaç tane küçük çocuk geliyor, koşarak. Birden duruyorlar, bana doğru geliyorlar. İçlerinden birisi ‘Oglum bu ne?’ diyor. Diğeri söze giriyor, ‘Buna kaplumbağa diyorlar, beş ayağı varmış.’ Diğeri yine konuşuyor, ‘Hani televizyonda dövüşenler mi oglum? Bunun hiçbir ayağı yok, anamın bileziklerini koyduğu küçük sandığa benziyor.’ , ‘ Ananın bilezikleri mi var?’, ‘Vardı, sattık inek aldık.’, ‘ Bunu alıp götürelim bizim bahçeye belki ayaklarını görürüz.’, ‘Ya sonra bizi döverse’, ‘ Doğru söylüyorsun, bırakalım gidelim, şurada dut ağacı var, ona gideriz.’, ‘ Ben bu sefer yemem annem kızıyor, hep üstümü kirletiyormuşum.’, ‘Ne güzel oglum, bir sürü kırmızı tişörtün oluyor.’ Çekip gidiyorlar. Uzunca bekliyorum, kimse gelmiyor. Bana dayatılan sıralamayla ayaklarımı çıkarıyorum.  

         Rüzgâr kabuğumu yalıyor, bir şeyler anlatıyor. Onu dinliyorum. Kazıyorum toprağı, içine giriyorum. Uzun bir zaman çıkmıyorum içinden.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder