3 Nisan 2016 Pazar

Koca Cüzdan


Dünya; kocaman bir cüzdan… Tanrının cüzdanı. İçine ne sığsın istersin? Ya da ne sığmasın? Bulduğu her şeyi içine atmış mıdır? Peki, istediği bir şeyi, istediği zaman bulabilecek midir? Bu kadar şeyin bu cüzdan da ne işi var? Ne ara koydum ben bunları, demez mi? Yahu bu taşmayacak mı?

Cüzdanın en arka bölümün büyük miktardaki paraları koyardım. Bu 50 olur 100 olur 200 olur. Ana kısmında değil tamamen akla gelmeyen cüzdanın ulan bu kısım ne işe yarar ki, denilen bölgeye koyardım. Zamanla unuturdum. Ve para; orayı kendine malikane edinirdi. Oksijen almaz, bir kalıp halinde yaşar giderdi. Ve bir zaman sonra parasız kalırdım. Anlamsız şekilde aklıma cüzdanın o bölümü gelirdi. O bölümü karıştırdığımda, genellikle, para bulurdum ve anlamsızca sevinirdim. Ancak bir gün öyle parasız kalmışım ve yine gözüm o bölüme gitmiş, umduğumla kalmışım. Anlayacağınız her zaman, o işler öyle olmuyor. Ya Tanrı, bizi cüzdanın umulmayan bir kısma koyarak, umduğunda bulmayı istiyorsa.

Valiz büyüklüğünde cüzdanlar vardır. Biri üzerinize yürüdü ve elinizde sadece o valizimsi cüzdan vardır. Çekinmeyin, indirin. Özellikle ense bölgesine indirdiğiniz zaman, bayılmasını sağlar, en azından kaçmak için zaman kazanırsınız. O cüzdana kafam sığar. Mutfak robotu sığar. L koltuk sığar.  Sadece cüzdan değildir. Örneğin göçebe yaşam için makul bir eşyadır. Modern göçebeler… Göçtüğünü ancak bir adım bile atamayan göçebeler. Bu dünya da insanların kafasına indirilen o koca cüzdan.

İçinde ne var şu cüzdanın? Dök, görelim bütün işlerini. Kirli işlerini…  Kirli işlerini biriktirdiğin bir eşya mı? Para mı? Bara mı? İnsanlığın bütün kirli işi para mı?  Para mıdır o cüzdanı ortaya çıkaran? Bir kitap yazsam, ismi ‘Koca Cüzdan’ olsa içindekiler konusunda sıkıntı çekmezdim.
İçindekiler:
Birinci Bölüm:  Dünya ve Cüzdan
İkinci Bölüm:  Dünya Bir Cüzdan
Üçüncü Bölüm: Cüzdan Olmanın Derin Genişliği
Dördüncü Bölüm: Tanrının Cüzdanı 



Artık değiştir şu cüzdanı.

27 Kasım 2015 Cuma

   

                           Paltoyu Giyecek Adam


     Bana öyle bir palto hazırla ki, bütün kışı onunla geçireyim. Gerekirse evim olsun. Penceresi falan olsun. Bacayı da unutmasan iyi olur. Terzi Necmi, duydun mu beni? Anlamadım efendim. Yanılmıyorsam başını kaçırdım. Sonrasını da dinlemedim. Bir de pişkinliğime verin, açık konuştum. Açık bırakma ağzını üşütürsün. Dudaklar ağzın penceresidir. Bazen hava aldırmak gerekir ancak çok açık bıraktığın zaman; üşütür, hastalanırsın. Bazen de kapalı tutmak gerekir ancak çok kapalı tutarsan; boğulur, kahrolursun. Anlayacağın Necmi, sen işine bak. Anlayacağın Necmi, başka çaresi yok. Bir paltodan bahsetmiştiniz. Evet, kendisi çok yakın aile dostum olur.

     Elimde, sadece tek bir kolu dikilmemiş bir palto var. Eğer beğenirseniz hemen diğer kolunu da halleder, kışa hazır hale getiririm. Sadece bir kış değil, ömrünüzde görüp görebileceğiniz, bütün kış mevsimlerini de bu paltoyla geçirebilirsiniz. Manevi anlamdaki 'kışlarınıza' da size yardımcı olabilir. Örneğin eşinizden ayrıldınız ve yalnız kaldınız. Size sarılabilir, sümüğünüzü de silebilir. Hatta sıcak su ile hazır çorbayı içine attığınızda, size pişirebilir. Yalnız ev işlerine pek karışmaz, onun için çalışmalarımız sürüyor. Terzi, ilk önce kendi söküğünü dikmeli Necmi. Bir bakalım, bir deneyelim, sonra karar veririz. Büyük bir suç işlediniz şu an. Anlamadım Necmi. Duvarın köşesine bakın. (Duvarın köşesi konuşur.) ''Terzi kendi söküğünü dikemez minvalindeki sözler, söyleyen kişiler, ağzına dikiş atılacaktır. Bu dikiş altı ay boyunca açılmayacak, kişi gıda ihtiyacını göbek deliğinden alacaktır.'' Hani, nerede paltom? Bakın, denemeden sahiplendiniz. Palto yerine, paltom dediniz. Bence hemen kolunu dikmeye başlamalıyım. Bu ne acele böyle, daha konuşacaklarım var. İstanbul'un derdi biter mi? Hem kapıda yazmışsın, dikiş yaptırana kahve bizden diye. Oysaki bir kahve falan bile ısmarlamadın. Dikişimde, mesela ne çıkar diye merak ediyorum Necmi. Ne paltosu, palto bahane... Bugün pek bir mizansen gördüm. Ancak öğle yemeği saati geldi. İsterseniz bir yemek ısmarlayabilirim. (Yemek yemeye giderler. Terzi, kendine kuru ve pilav söyler. Paltoyu giyecek adam da karnıyarık söyler. Hayır, paltoyu giyecek adam nedir? Bir isim koysaydın, nasıl unutursun? Bir de yazarsın. Neyse, yemeği afiyetle yerler. Üzerine çay da içerler. Hesap 30 tl tutar. O zamanın değil bu zamanın parasıyla. Terzi hesabı öder ve dükkana dönerler.) Çok yedim, belki palto bana uymaz. Yeni bir palto mu yapsak? Hayır, bu öyle bir palto ki, isteyen herkesin üzerine olur. Şimdi ne demeye çalışıyorsun. Bütün aile bunu giysek olur mu? Tabi ki, bir ev gibi düşünün. Yahu ben espri yapmıştım, sen baya ciddisin Necmi.
   
     Yarım saatten fazla bir zaman geçti, dükkana geldiklerinden itibaren. Terzi, paltoyu getirir. Paltoyu giyecek adamın üstüne geçirmeye hazırlanır. (Hala isim bulamadın, Hikmet koy, takvime bak bugün hangi isim mübarekmiş, olmadı onu koyarız.) Yahu Necmi, sen üstüme palto geçirdiğine emin misin? Ben hiçbir şey hissetmiyorum. Bak sen, bana 'Kral Çıplak' masalı mı oynatacaksın. Hem üzerimde kazak var, pantolon var, nasıl çıplak desinler. Sen masalı yanlış anlamışsın. O masalda bir palto değil, bir elbise idi. Hayır efendim ne masalı, daha giydiremedim ki. Buyurun, paltonuz hazır. Aynan yok mu Necmi? Burası terzi mi yoksa ev işleri dağıtan bir yer mi? Evde denersiniz efendim. Tamam Necmi, eline, iğnene sağlık. Ne kadar bizim borcumuz? 450 tl öder. Evin yolunu tutar paltoyu giyen adam. ( Yahu bir isim bulamadın. Şimdi paltoyu çıkarsa, paltoyu çıkaran adam mı diyeceğiz ya da paltoyu askıya assa paltoyu askıya asan adam mı diyeceğiz? Ne diyeceğiz ulan?) Eve girer girmez aynaya koşar. Terzinin dediği kadar varmış palto. Evde kim denediyse onun üzerine olmuş, Evin her bireyi, birlikte girmiş içine yine bir şey olmamış paltoya. Aile bütün kışı o paltonun altında geçirmiş. Paltoyu giyecek adam, paltoyu çıkaracak adam ve paltoyu askıya asacak adam varmış muradına.


12 Eylül 2015 Cumartesi

    

                                    Karıncalanma 



     Dünden beridir sırtımda bir şeyler dolaşıyor. Hakim olamadığım, sırtımı yol geçen hanına çeviren ve istediği zaman gezen, tozan bir şey. O kadar geziyor ki, tozlar sürekli yer değiştiriyor. Hali vaktinde, genç bir şey olmalı ki bu kadar dolaşabilsin. Aradığı bir şeyler olmalı. Yoksa hiçbir köşe bucak bırakmadan, her bir hücreyi dolaşması mümkün olamazdı. Hava o kadar sıcak da değil ki terimin bütün sırtıma hucum ettiğini sanayım. Ter olsa; ensemden başlayarak, ağır ağır, süzülerek kuyruk bölümüne, yani kıç bölgesine ulaşana kadar, belli bir rahatsızlık verir, sonra iki yanak arasından kaybolur, donuma yapışır, ıslaklığını da hissederdim. Belli dönem acısını çeker ve biterdi. Ancak bu sırtımda dolaşan, her ne ise, kendine bir yuva yapmış, kamp kurmuş, yaşamını öyle geçiriyor. Vücut ısım gayet makul, bir insan sıcaklığı ortalamasının biraz altındaydı.

     Fesat bir düşünce hücum etti. İlk başlarda karşı koymaya, geçmemesi için duvarlar kurmaya çalıştım. Ancak öyle bir hucum ki, savunacak ne zaman bıraktı ne de alan. Bit... Ne biti lan! Daha yeni yıkandım. Yeşil sabunla... Saçlarım dökülmüyor uzun zamandır. Takılmıyor bir yerlere. Bir arkadaşım vardı saçları yoktu. Kapıya sıkıştırmıştı var gücüyle. Şimdi kapısız bir evde, hayatının geri kalan kısmını tamamladı. Evet, tamamladı. Geçenlerde duydum. Kendini, yaşlı bir kadının saçlarıyla asmaya kalkmış. Saç fazla dayanamamış, kopmuş. Olan tavana olmuş. Tavan çökmüş adam ölmüş. Sırtımdaki karıncalanma devam ediyor. Aha! Buldum kelimeyi. Belki bunu en iyi anlatacak olan kelimedir; karıncalanma. Karıncalanma durumu tamamen karıncalardan ayrı, bağımsız şekilde oluşan bir kavramdır. Binlerce karınca dolaşsa sırtımda, bu kadar etki yaratmazdı. Bu başka bir şeydi. Hem bu karıncalanma nedir? Hiç sineklenme var diye bir kavram var mı? Hayır, bunu tartışırken, etrafım gittikçe sarılıyor. Sırtımda gezinen şey, çoğalmış, bütün vücudumu sarmıştı. Sanki bu vücuttan taşınma vaktimin geldiğini, söylüyorlardı. Ancak savaşmadan bırakmam, kendime ihanet olacaktı. Savaşmaya başladım. Onları kendi vücut ağırlığımla ezmeye başladım. Kendi etrafımda yuvarlanmaya ve zıplamaya başladım. Bunları bir hücre olarak düşünüp, bu hareketliliğe, bu savunmaya fazla dayanamayacağını, tek tek, duvara yapışmış sinek gibi kalacağını düşünüyordum. Bu düşünmek değil düşmek oldu. O hızla ikinci kattan düştüm. Sağ kolum ve sol bacağım üç yerinden kırıldı. Hemen hastaneye kaldırmadılar. Önce parçalarımı toplayıp bir yapboz gibi bir araya getirdiler. Sonra bağlantısızlık sorununu giderip, hastaneye kaldırdılar. 
     
     Duvara bakıyorum hastane odasında. Kimsecikler yok. Hiçbir yerimi hissetmiyorum. Bir vazo gibi kırılmış daha sonra bir uhu yardımıyla yapıştırılmış, parçalarım birbirine zor tutunuyormuş gibi duruyorum. Bu kötü deneyimin katkısı da oldu. Sırtımda dolanan bir şey ya da karıncalanma türü şeyleri hissetmiyorum. Ayağım ve kolum alçıda, mandalla asılmış pijama gibi duruyor vücudum. Eğer karıncalanma devam etseydi, bu alçıların içinde savaşmak zor olacaktı. Kımıldayacak halde değildim ve kımıldamadan savaş kazanılmazdı. Yoksa bütün bu saçmalık psikolojik miydi. İnanmıyordum buna. Çünkü elimi atsam değecek büyüklükteydiler. Hayır, kendimi kandırmıyorum. Bu öyle, ben horlamıyorum, tavrı ile aynı durum değildi. Kapı açıldı. İçeriye iki karınca girdi. Birinde stetoskop vardı. Bana, geçmiş olsun deyip, elindeki belgelere baktıktan sonra bir ay bizle olacaksınız, dedikten sonra odadan çıktılar.

24 Ağustos 2015 Pazartesi

                                             

                                       Yaralı Yüz     

     Akıttığım gözyaşları, bir nehir oluverdi. İçinde yüzen insanlar vardı. Birbirine su atan, boğan, batıran... Fazla suda kalmış, gözüne dünya kaçmıştı. Bir kıymık gibi... Gözünü açta bakayım, üflerim belki sarsılır, dedim. Açtı usulca. Derin bir nefes aldıktan sonra üfledim. Zaman, onu hortuma çevirdi. Ne varsa süpürdü, süpürdü. Halının altına... Kimsecikler görmeden halıyı kaldırdım. Birkaç ses geldi. Çığlık da kendine yer bulmuştu o ses cümbüşünden. Kafamı çevirdiğimde, halının ipine, bir kadının saçları bağlanmıştı. Düğümlenmiş, çözülmeyecek haldeydi. Yardımım dokunur diye yanına gittiğimde, göz kırptı. Sanki kahramanıymış gibi gülümsedi bana. Halıyı kaldırdım ve altına süpürdüm. Hala saçları gözüküyordu. Halının o soluk kırmızı renginde bir sprey buldum ve saçlarını boyadım. Kimse anlamayacaktı, ismimi falan öğrenmemişti. Eşkalimi verdiğinde ise buralardan çok uzakta, farklı bir diyarda olacaktım. Farklı bir diyar... Kulağa hoş ve bir o kadar da boş geliyordu. Elbette tatil yapmanın fırsatını yakalamıştım. Ancak var olan işlerimi bırakıp gitmek, içini boşaltıyordu. Halının altında bir testere gördüm. Bir kulak vardı üzerinde, temizledim. Bütün parmaklarımı, aynı hizada doğramaya başladım. Kanlar fışkırıyordu. Bir zaman sonra rengi sarıya döndü, sonra durdu. Aynaya döndüğümde bir şeyimin değişmediğini, parmaklarımın kesilmesinin, tanınmamı engellemeyeceğini anlamam, uzun sürmedi. Ayna ile bakışmam, bir nesneye olan duygumu daha da derinleştirdi. Yüzümde bir şey fazlaydı. Ne olabilirdi. Ne yapmalıyım ki, gören kişiler benden korksun, kaçsın ve delik arasın. Deliği bulsa bile korkudan giremesin, kafası girsin kıçı dışarıda kalsın. Elimdeki testere ile alnımın çatından, burnumun ikiye ayrıldığı noktaya kadar kestim. Bir anda etraf karardı.
     Tek bir ışık, yüzüme doğrultulmuştu. Bütün dünya bir canavarın doğuşunu, nefesini tutarak izliyordu. Tam beş saattir baygındım. Gözümü yarım saat açamadım. Sanki göz kapaklarıma ip bağlayıp, 20 katlı bir binanın bütün çimentolarını bana taşıtmışlardı. Gözümü açtığımda, dünyayı tam olarak göremiyordum. Kestiğim yerlerden sarkan deri, gözümün görme açısının, üçte ikisini kaplıyordu. Derinin sarkan kısmını da kesip, cebime attım. İstediğim görüntüye, içimde sakladığım, şeytana, yüzümde de ulaşmam, gülümsememe vesile oldu. Artık dışarı çıkmanın, bana verilen görevi yerine getirme zamanıdır diye düşündüm. Ancak verilen görev nedir, ne değildir onu da bilmiyorumdur. Bunu düşünmek için bolca zamanım vardı. Bütün görev acaba bunu düşünmek miydi? Yoksa zaman mı kaybediyordum? Bunun üzerine bir hafta düşündüm. Eğer görevim, görevimi düşünmek olsa, ne zaman biteceği sorusu, ayrı bir dikenli yol olurdu. Zaman, üstüme bağlanan saatli bomba özelliği taşıyordu. Vakit kaybettiğim her an, intihara meyilli oluyorum. İntihar cesurluk ile korkaklık arasında bir çizgi, herkes o çizgiye gelemez, ya ayağı taşar dışarı ya da çizgiyi hiç görmez. Bir de bir çizgi vardır; görünmeyen. Her zaman bizi sıralayan, dizen, bir bütün haline getiren... Doğarken bir yol belirlenmiş ve o yol, iplerle güvenli hale getirmişler. Dışarı taşmayalım, içeride kalalım, diye. O çizgiden kaçtığımız anda, ayağımız takılır, yuvarlanırız. Ta ki hiçbir yere çarpmadan, büyük bir yuvarlak haline gelene kadar. Bir kartopu misali... Yuvarlandıkça büyüyen, büyüdükçe önlenemez hale gelen bir kartopu oluveririz. Ancak öyle bir çarparız ki, bir daha toplanmak mümkün olmaz. Ama yine de ham parçamız sağlam durur, kabuğumuz değişir. Yenilenmiş olsak da aslında hala geçmişin yarasını barındırırız. Bu yara, her kabuk değişiminde büyür. Bir zaman sonra var olan deri ile yaşama devam ederiz. Peki bunca hengamenin içinde bana düşen görev ne? Elime bir kağıt tutuşturulmuş ve ben o kağıdı cebime atmışım. Sonra unutup, o pantolonu kirli sepetine atmışım ve güzelce yıkanmasına neden olmuşum. Buradan bir sonuç çıkarmışım. Bütün suç; yıkamaya atmadan önce cebime bakmayan annemdedir. Böylelikle işin içinden çıkmış, denizden çıkarılan ve özgürlüğünü geri verilen bir balık gibi rahatlamıştım. Ama sonra düşünmeye karar vermem, bütün bu düşünceleri, boğarak öldürdü. Ve bütün sorumluluğu üzerime aldım. Bana düşen görevin, ne olduğunu bulmaya karar verdim. Kağıt ıslanmış bile olsa, bulup, okumaya çalışacaktım. En azından bu yolda ölmeyi göze almalıydım. Aksi takdirde kum saati gibi akan dünyada, kendime yer bulamayacak, dünyasız bir hava sahası bulmaya koyulacaktım. Kağıdın çevirdim, birçok bölümü kıvrılmış, yırtılacak gibiydi. Dikkatlice, masanın üzerine, düz bir biçimde koydum. Önce üfleyerek sonra bir saç kurutma makinesinin yardımıyla kuruttum. Kağıt, matbaadan çıktığı ilk zamanki sıcaklığına kavuşmuştu. Ancak ilk zamanki tazeliğinden eser yoktu. Yazı okunmuyor, toplasanız bir kaç harf var ya da yok, durum iyice berbatlaşıyordu. Aklımdan tamamen yırtmak ve bu anı tamamen kafamdan silmek geçti. Yavaşça aldım kağıdı, yırtmaya koyuldum.
    Tam o esnada, yüzümden bir kan damladı. Sadece bir damla kan... Kağıdın yanına damlayan kan, hiç dağılmadan, düştüğü yeri sahiplendi. Bir damla daha düştü. Gittikçe artıyordu. Damlalar bir bütün oluyor, dağılmıyor, bir yol bulup gitmiyorlardı. Orada durmuşlardı.Bir zaman sonra yüzümden akan kan durdu ve masaya dökülen kan; kendi içinde dönmeye başladılar sonra durdular. Bir şeyler anlatıyordu bana. Ne olduğunu çözemiyordum. Kendi kanım canlanmış, ayaklanmış ve bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Yerde bir meşe ağacının dalını gördü. Dalda altı tane yaprak vardı. Dal bir kalemi andırıyordu. Dalı önce kana bandırdım sonra zar zor kuruttuğum, hayatımın bir çeşit amacı olan, büyük bir önem taşıyan kağıda yazmaya başladım. Mürekkep kaynağım hiç bitmiyordu. Öyle bir kuyu açmıştım ki, attığım taşın sesini bile duymuyordum. Yazdım yazdım yazdım...

27 Haziran 2015 Cumartesi

                                                 (Auguste Renoir-1889)

                        Kadının Çığlığı: Papatyalarıydı

Bütün şehir susmuştu. Üzerine yağan çığlıklar, kuyruk sancısı ve büyük bir boşluk... Biriktirmişti sessizliği. Yağmur, bu sessizliğin şerbeti olmuştu. Kimseciklerin görünmediği bu dağ yamacında, kımıldamadan, önce yere düşmeye hevesli yaprağı havada yakaladım sonra yedim. Bu birkaç defa sürdü. Dünden kalma açlığımı biraz olsun gidermiştim. Etrafa bakılmaya koyuldum. Dağ hala uykuda... Çayır ve kayalar; geceden beri söyledikleri ninniden sıkılmıştı. Nehir, yanına yamanmış çiçeklerin tozunu yalıyordu. Bir kovuktan, ses geldi. Kafamı çevirmeden önce gizlendim. Dalların arasından bir kadın belirdi. Yavaş adımlarla yürümeye koyuldu. Bulutlar kadının etrafında toplandı. Sıralandılar. Dışarıdan bakıldığında tanrı olarak ilan etmek yanlış olmazdı. Diz çöktü. Bir şeyler anlatıyordu. Sessizce... Dağ çoktan uyanmış, çayır ve kayalar ninniyi kesmiş, gecenin tek yıldızına bakar gibi bakıyorlardı. Sesini sadece ben duyamıyor gibiydim. Sesini duymak için yavaş yavaş yaklaştım. Adımlarım, bir kuşun adımları gibi sessiz ve yumuşaktı. Biraz daha sokuldum. Yeterince yaklaştığımı düşünerek, çömeldim. Etrafın dinginliği, beni şaşırtmıştı. Sesleri duyabiliyordum. Çok yük vardı o seste. Kulağım o yükü kaldıramadı.  Sağırlaştım. Hiçbir şey duyamıyordum.  Gelirken attığım adımları, şimdi geri dönmek için atıyordum. Yine bir şey değişmemişti. Bir çölün sağırlığı, binmişti kulağıma. Kadın çömeldi, ağlamaya başladı. Gözyaşı birikti, birikti. Kendine yol aradı. İlk damlalar yeryüzüne ulaştığında, aşına aşına bir yol çizdi. Yol nehre akıyordu. Uzunca bir süre akışını izledim. Nehrin rengi saflaştı. Öyle bir saflaşma ki, dünyanın çekirdeğini görebiliyordum. Yer ile gök birbirine daha yakınlaştı, soğuktan üşüyen çocuğun annesine sarılması gibi. Yüzyıllardır aynı düzlemde, aynı yerlerden geçerek akan nehir, bu sefer, telaşlı bir neşe içerisinde akıyordu.

Neşesi daim olmadı. Nehir yollunu değiştirip, önüne ne çıktıysa süpürüp götürdü. İhtişamlı dağların yerinde yeller esip kalmıyor, doğaçlama dans ediyordu. Depremin yerinden oynatamadığı kayalar, toz duman olmuş, etrafa saçılıyordu. Ağaçlar... Bir tek onlar nasibini almamıştı. Elimi uzattığımda, yakaladığım dal, beni hayatta tutmuştu. Ağlamayı durdurdu kadın. O kadar çok birikmişti ki kini, bu dünyayı seller altında bırakacak, gözyaşı üretebilirdi. Üzerinde durduğu dağ hariç, her yer ovayı andırır gibi dümdüzdü. Bilinenin aksine, yerin dibinden bir güneş doğdu. Işığı, kendini bile aydınlatmıyordu. Sadece yakıcılığını kaybetmemişti. Doğduğu yerden itibaren, etrafı kurutmaya başladı. Bütün bulutlar bir damla halinde yere düştü. O damla; nehre düşen son kıymık oldu. Nehir, kurudukça, yerküre iskelete döndü. Buharlaştı yeryüzü. İçindeki bütün kötülükler, eridi, buharlaştı. Kötülük üç halde var oldu. İnsan bunun katı haliydi. O kötülük; kadının gözyaşıyla sıvı hale geçmişti. Son aşamada ise; o gözyaşlarının buharlaşması ile bulut olarak var olmaya devam etti. Bulutlar... Pamuk gibi bulutlar, kızıllaşmıştı. Kadın ağlamayı durdurdu. Yağmur tekrar başladı. Damlalar, bir ateş damlası gibi gökyüzüne düşüyor, düştüğü yerde delikler açıyordu. Bir süre daha devam ederse, dünya büyük bir kara deliğe dönüşecekti. Kalktı ayağa kadın. Bütün deliklere, rüzgarıyla taşıttığı kumlarla doldurdu. Yok etme gücünü elinde bulunduran kadın, dünyayı yeniden var etmişti. Dünya artık bir kadının gözüydü. Çapağını temizlemişti. Kirpiklerini yakmış, yeni doğmuş bir çocuk gibi bakıyordu etrafa. Kadın beni gördü ve kaçmaya başladı çıplak ayaklarıyla. Ayağına batan küçük taşlara aldırış etmeden koşuyordu. Dünyaya son iyiliğini yapmıştı. Çığlığını bırakıp gitmişti. Kadının çığlığı; papatyalarıydı.

Oluşturduğu yeni dünyada, bütün kötülükler, müzelerde sergilenmeye başlandı. Doğan bütün çocuklar, bu kötülükler tanıyarak, yaşama başladı.

16 Haziran 2015 Salı


                                    Çekmeceler

Daha öncesine gittiğinde; bir şeyler hatırlamıyor, daha da içinde kayboluyordu. Bir kuyudan atılmış, yere çarpıp bayılmış, kalktığında ise bir şeyler hatırlamıyor, rolüne bürünmüştü. Acaba hangi çekmeceye koymuştu. Mevcut durumları değerlendirmektense herhangi bir çekmeceyi açıp bakabilirdi. Buna rağmen eli gitmedi. Ne vardı ki hangi çekmeceye koyduğunu unutsun? Ağzına uzun zamandır alkol değmiyordu. Bu onu, daha çok telaşlandırıyor, panik sınırının mevzilerine sokuyordu. Bu kadar kendindeyken unutması, elbette sağlıklı düşünmesini engelliyordu. Seçenekleri önüne getirdi. Önce neden ilk çekmece, diye sordu kendine. Koyduğu şey değersiz ilkesini taşıyorsa, otomatik olarak ilk seçenek haline geliyordu. İlk çekmeceye hızlıca koyup, evden çıkmış olabilir. Eli ilk çekmeceye giderken, (ya önemli bir şey ise) durdu, elini geri çekti. İlk çekmeceye yaptığı tartışmanın, ikinci kısmını, sondaki çekmece için de yaptı. Önem arz edilen bir şey her zaman en zor kısma, ulaşılması daha gayret isteyen bölüme koyulurdu. Bu kadar kafamın içinde yaşadığına göre, bıraktığı şeyin önemli olduğunu düşündü. Eli en alttaki çekmeceye doğru gitti. Tam açacakken, ortancı çekmece dil salladı. İhtimaller arasına girmeyen çekmece, onu bu yoldan vazgeçirdi. Anlamsızca gülümsedi,  neden koymuş olabilirdi ki ortancı çekmeceye? Acaba elindeki şeyi ilk defa koyduğunda, bu tartışmayı yaşamış mıydı? Eğer bu garip ve sonu gelmeyen tartışmaya girdi ise, ortanca çekmeceye koyma ihtimali, yüksek değil miydi? Cevabını veremediği sorularla, baş başaydı. Bir kavgayı ayırmak için devreye girse, iki taraftan da dayak yiyen kişi olurdu. Önce bir daha düşündü. Bir yere varamamıştı. Sonra masanın yanındaki yatağa uzandı. Bir süre ses alınamadı ondan. Galiba uyumuş, uyuşukluğa kapılmıştı. Önce bir dürttük. Sonra biraz kımıldadı, etrafına baktı. Kendisini dürtenin kim olduğunu anlayamayacaktı. Biraz küfür savurduktan sonra 'Vay mına koyum ben ne koymuştum bu çekmeceye', diyerek, damlata damlata işemeye gitti.

26 Mayıs 2015 Salı


Eli Kürek Olanlar


Birçok kişinin elinde kürek vardı. Bir yerde kum; ince, ıslak… Islaklığı, dün geceden yağan sonbahar yağmuruydu. Durmadan üzerime kum atıyorlar, eli kürek olmuş yaratıklar. Ne olduğunu bilmeden, onları izliyorum.  Ayakları kazma… Önce bir iki toprağı vuruyor sonra kürekleriyle üzerime atıyorlar. Sesim çıkmıyor. Kum birikiyor. Elimi kaldırıyorum. Kumlar dökülüyor yavaş yavaş. Tane tane… Islaklığı bir hafiflik verse de, bir zaman sonra ağırlığını hissediyorum. Bütün vücudumu sarıyor. Önce elimi kaldırıyorum sonra vücudumun geri kalan kısmını. Durmadan kum atıyorlar. Yavaş yavaş yükseldiğimi hissediyorum. Hiç yorulmuyorlar eli kürek olanlar. İçi boş bir kuyuya atılmıştım. Şimdi bir adaya dönüşüyor. Bir çeşit kendi dünyamı yaratıyorum. Önce sınırlar çizmeye başlıyorum. İçeri görülmemesi için surlarla kaplıyorum. Kumdan adamlar yapıp, surların belli kısımlarına, gözcülük yapması için dikiyorum. Kumlar atılmaya devam ediliyor. Gittikçe yükseliyor, ulaşılmaz bir gökyüzüne doğru çıkıyorum. Birden karnım acıkıyor. Ne yiyeceğimi bilmiyorum. Gözlerimden damlalar geliyor. O damlalar, kumlara dökülüyor. Yaşadığım adanın, bir bölümü ıslanıyor göz damlalarım ile. Kenarlardan kumlar atıyorum üstüne. Yine ıslanıyor, yine kum atıyorum. Birden uyuya kalıyorum. Kalktığımda surlarım yıkılmış, kum adamlarım, tane tane olmuşlar. Tekrar surlar yapıyorum. Gözcülük için yine adamlar koyuyorum, gizli bölümlere. Dünden kalan ıslak alana bakıyorum. Belli bir şekli olmayan bir nesne çıkıyor ortaya. Kahverengi… Toprağın çocuğu, olduğunu düşünüyorum. Belli bir şekli olmayan, çıktığı toprağın bir kısmının üzerinde taşıdığı, bu kahverengi nesneye, uzunca bakıyorum. Aynı dünyanın varlıklarıyız. Ona bir alan yapıyorum, orada yaşasın diye. Karnımın derisi, organlarıma yapışıyor. Hala açım. Midem bütün vücudumu çevreliyor, hakim oluyor. Beynimin hükümranlığı sona eriyor. Bana o kahverengi, belli bir şekli olmayan; yuvarlak desen olmaz, dörtgen hiç olmaz, nesneyi yememi söylüyor, yeni hükümdarım. Alıyorum, temizliyorum. Sonra bir ısırık, dişim acıyor. Güneşin gördüğü kısma koyuyorum, kızarsın diye. Kızarıyor. Isırıyorum. Karnım doyuyor. Adadaki en yakın dostumu yiyorum. Yine yalnız kalıyorum. Surlar yine yıkılmış. Kenardan aşağıya bakıyorum. Eli kürek olanlar, görülmüyor artık. Kum gelmeye devam ediyor. Kimse yetişmez, diyorum, tekrar surları yapmıyorum. Ağladıkça karnım doyuyor. Bu kum atanlar kim, diye düşünüyorum. Hepsi dünyamın bir çalışanı mı? Yoksa bunların hepsi ben miyim? Kendi adamı kendim mi kuruyorum? Nefretimin bana yarattığı bir dünya mı? Dünyamı ben yaratıyorsam, neden yalnızlığı tercih ediyorum? Yalnızlık benim bir parçam mı? Yoksa ben mi yalnızlığın bir parçasıyım? Kafamı kaldırıp, etrafa bakıyorum. Birçok ada görüyorum, etrafı surlarla kaplı. O adaları görmek istemiyorum. Kum atanlara yardım için, kenardaki kumları içeriye, ortaya doğru alıyorum. Bir şey değişmiyor. Diğer adalara atlamayı, buradan kurtulmaya karar veriyorum. Bu durumda cesaretli karar alsam da, faaliyet korkuyla törpüleniyor. Geri kaçıyorum. Uzunca bir zaman bir şey yapmıyorum. Bu yüksekliğin fazla olduğunu, boş durmanın anlamsızlığını, gelen kumların, ellerimle geri yollamamın, mantığına varıyorum. Başlıyorum. Gelen kumların iki katını aşağıya boşaltıyorum. Bir zaman sonra işler değişiyor. Elinde kürek olanlar yükseklere doğru çıkıyor. Ben eştikçe, eşeleniyorum. Ellerim kanıyor, nasırlaşıyor. Kuyunun içinde buluyorum kendimi. Kimsecikleri göremiyorum. Eşelemekten vazgeçiyorum. Aslında iki dünya arasında mekik dokuyorum. Tekrar yükseldiğimi hissediyorum. Eli kürek olanlar, verilen görevi yerine getirmekte, bıkmadan, yılmadan, yorulmadan yapıyorlar. Bu kumun biteceğini, sınırlı sayıda, kişi başına düşenin fazla olmadığını anlıyorum. Ancak niye bu kadar yükseldiğimizi anlamıyorum. Buraya yollanmadan önce, cebimde; iki önümde, iki arkamda, kumla dolu ceplerle geldiğimi anımsıyorum. Bu kadarcık kumun, bana yaşattığı iki dünyanın, anlamına varamıyorum. Bütün hesaplar, kitaplar, tablolar, çizelgeler ve veresiye defterleri bir işe yaramıyor. Birden yükselemediğimi, hala aynı noktada kaldığımı, etrafa bakarak anlıyorum. Eli kürek olanları göremiyorum. İşlerini bırakmışlar. Beni de öyle bırakıp gidiyorlar. Vücudumun her tarafı ağrımaya başlıyor. Birden elimle kazmaya başlıyorum. Durmadan. Kazdıkça, büyük bir kuyu oluşuyor. İçine düşüyorum. Kazdıkça kuyu açılıyor. Yukarıda biriken kumlar, dökülüyor üstüme. İçinde kayboluyorum…