27 Haziran 2015 Cumartesi

                                                 (Auguste Renoir-1889)

                        Kadının Çığlığı: Papatyalarıydı

Bütün şehir susmuştu. Üzerine yağan çığlıklar, kuyruk sancısı ve büyük bir boşluk... Biriktirmişti sessizliği. Yağmur, bu sessizliğin şerbeti olmuştu. Kimseciklerin görünmediği bu dağ yamacında, kımıldamadan, önce yere düşmeye hevesli yaprağı havada yakaladım sonra yedim. Bu birkaç defa sürdü. Dünden kalma açlığımı biraz olsun gidermiştim. Etrafa bakılmaya koyuldum. Dağ hala uykuda... Çayır ve kayalar; geceden beri söyledikleri ninniden sıkılmıştı. Nehir, yanına yamanmış çiçeklerin tozunu yalıyordu. Bir kovuktan, ses geldi. Kafamı çevirmeden önce gizlendim. Dalların arasından bir kadın belirdi. Yavaş adımlarla yürümeye koyuldu. Bulutlar kadının etrafında toplandı. Sıralandılar. Dışarıdan bakıldığında tanrı olarak ilan etmek yanlış olmazdı. Diz çöktü. Bir şeyler anlatıyordu. Sessizce... Dağ çoktan uyanmış, çayır ve kayalar ninniyi kesmiş, gecenin tek yıldızına bakar gibi bakıyorlardı. Sesini sadece ben duyamıyor gibiydim. Sesini duymak için yavaş yavaş yaklaştım. Adımlarım, bir kuşun adımları gibi sessiz ve yumuşaktı. Biraz daha sokuldum. Yeterince yaklaştığımı düşünerek, çömeldim. Etrafın dinginliği, beni şaşırtmıştı. Sesleri duyabiliyordum. Çok yük vardı o seste. Kulağım o yükü kaldıramadı.  Sağırlaştım. Hiçbir şey duyamıyordum.  Gelirken attığım adımları, şimdi geri dönmek için atıyordum. Yine bir şey değişmemişti. Bir çölün sağırlığı, binmişti kulağıma. Kadın çömeldi, ağlamaya başladı. Gözyaşı birikti, birikti. Kendine yol aradı. İlk damlalar yeryüzüne ulaştığında, aşına aşına bir yol çizdi. Yol nehre akıyordu. Uzunca bir süre akışını izledim. Nehrin rengi saflaştı. Öyle bir saflaşma ki, dünyanın çekirdeğini görebiliyordum. Yer ile gök birbirine daha yakınlaştı, soğuktan üşüyen çocuğun annesine sarılması gibi. Yüzyıllardır aynı düzlemde, aynı yerlerden geçerek akan nehir, bu sefer, telaşlı bir neşe içerisinde akıyordu.

Neşesi daim olmadı. Nehir yollunu değiştirip, önüne ne çıktıysa süpürüp götürdü. İhtişamlı dağların yerinde yeller esip kalmıyor, doğaçlama dans ediyordu. Depremin yerinden oynatamadığı kayalar, toz duman olmuş, etrafa saçılıyordu. Ağaçlar... Bir tek onlar nasibini almamıştı. Elimi uzattığımda, yakaladığım dal, beni hayatta tutmuştu. Ağlamayı durdurdu kadın. O kadar çok birikmişti ki kini, bu dünyayı seller altında bırakacak, gözyaşı üretebilirdi. Üzerinde durduğu dağ hariç, her yer ovayı andırır gibi dümdüzdü. Bilinenin aksine, yerin dibinden bir güneş doğdu. Işığı, kendini bile aydınlatmıyordu. Sadece yakıcılığını kaybetmemişti. Doğduğu yerden itibaren, etrafı kurutmaya başladı. Bütün bulutlar bir damla halinde yere düştü. O damla; nehre düşen son kıymık oldu. Nehir, kurudukça, yerküre iskelete döndü. Buharlaştı yeryüzü. İçindeki bütün kötülükler, eridi, buharlaştı. Kötülük üç halde var oldu. İnsan bunun katı haliydi. O kötülük; kadının gözyaşıyla sıvı hale geçmişti. Son aşamada ise; o gözyaşlarının buharlaşması ile bulut olarak var olmaya devam etti. Bulutlar... Pamuk gibi bulutlar, kızıllaşmıştı. Kadın ağlamayı durdurdu. Yağmur tekrar başladı. Damlalar, bir ateş damlası gibi gökyüzüne düşüyor, düştüğü yerde delikler açıyordu. Bir süre daha devam ederse, dünya büyük bir kara deliğe dönüşecekti. Kalktı ayağa kadın. Bütün deliklere, rüzgarıyla taşıttığı kumlarla doldurdu. Yok etme gücünü elinde bulunduran kadın, dünyayı yeniden var etmişti. Dünya artık bir kadının gözüydü. Çapağını temizlemişti. Kirpiklerini yakmış, yeni doğmuş bir çocuk gibi bakıyordu etrafa. Kadın beni gördü ve kaçmaya başladı çıplak ayaklarıyla. Ayağına batan küçük taşlara aldırış etmeden koşuyordu. Dünyaya son iyiliğini yapmıştı. Çığlığını bırakıp gitmişti. Kadının çığlığı; papatyalarıydı.

Oluşturduğu yeni dünyada, bütün kötülükler, müzelerde sergilenmeye başlandı. Doğan bütün çocuklar, bu kötülükler tanıyarak, yaşama başladı.

16 Haziran 2015 Salı


                                    Çekmeceler

Daha öncesine gittiğinde; bir şeyler hatırlamıyor, daha da içinde kayboluyordu. Bir kuyudan atılmış, yere çarpıp bayılmış, kalktığında ise bir şeyler hatırlamıyor, rolüne bürünmüştü. Acaba hangi çekmeceye koymuştu. Mevcut durumları değerlendirmektense herhangi bir çekmeceyi açıp bakabilirdi. Buna rağmen eli gitmedi. Ne vardı ki hangi çekmeceye koyduğunu unutsun? Ağzına uzun zamandır alkol değmiyordu. Bu onu, daha çok telaşlandırıyor, panik sınırının mevzilerine sokuyordu. Bu kadar kendindeyken unutması, elbette sağlıklı düşünmesini engelliyordu. Seçenekleri önüne getirdi. Önce neden ilk çekmece, diye sordu kendine. Koyduğu şey değersiz ilkesini taşıyorsa, otomatik olarak ilk seçenek haline geliyordu. İlk çekmeceye hızlıca koyup, evden çıkmış olabilir. Eli ilk çekmeceye giderken, (ya önemli bir şey ise) durdu, elini geri çekti. İlk çekmeceye yaptığı tartışmanın, ikinci kısmını, sondaki çekmece için de yaptı. Önem arz edilen bir şey her zaman en zor kısma, ulaşılması daha gayret isteyen bölüme koyulurdu. Bu kadar kafamın içinde yaşadığına göre, bıraktığı şeyin önemli olduğunu düşündü. Eli en alttaki çekmeceye doğru gitti. Tam açacakken, ortancı çekmece dil salladı. İhtimaller arasına girmeyen çekmece, onu bu yoldan vazgeçirdi. Anlamsızca gülümsedi,  neden koymuş olabilirdi ki ortancı çekmeceye? Acaba elindeki şeyi ilk defa koyduğunda, bu tartışmayı yaşamış mıydı? Eğer bu garip ve sonu gelmeyen tartışmaya girdi ise, ortanca çekmeceye koyma ihtimali, yüksek değil miydi? Cevabını veremediği sorularla, baş başaydı. Bir kavgayı ayırmak için devreye girse, iki taraftan da dayak yiyen kişi olurdu. Önce bir daha düşündü. Bir yere varamamıştı. Sonra masanın yanındaki yatağa uzandı. Bir süre ses alınamadı ondan. Galiba uyumuş, uyuşukluğa kapılmıştı. Önce bir dürttük. Sonra biraz kımıldadı, etrafına baktı. Kendisini dürtenin kim olduğunu anlayamayacaktı. Biraz küfür savurduktan sonra 'Vay mına koyum ben ne koymuştum bu çekmeceye', diyerek, damlata damlata işemeye gitti.