26 Mayıs 2015 Salı


Eli Kürek Olanlar


Birçok kişinin elinde kürek vardı. Bir yerde kum; ince, ıslak… Islaklığı, dün geceden yağan sonbahar yağmuruydu. Durmadan üzerime kum atıyorlar, eli kürek olmuş yaratıklar. Ne olduğunu bilmeden, onları izliyorum.  Ayakları kazma… Önce bir iki toprağı vuruyor sonra kürekleriyle üzerime atıyorlar. Sesim çıkmıyor. Kum birikiyor. Elimi kaldırıyorum. Kumlar dökülüyor yavaş yavaş. Tane tane… Islaklığı bir hafiflik verse de, bir zaman sonra ağırlığını hissediyorum. Bütün vücudumu sarıyor. Önce elimi kaldırıyorum sonra vücudumun geri kalan kısmını. Durmadan kum atıyorlar. Yavaş yavaş yükseldiğimi hissediyorum. Hiç yorulmuyorlar eli kürek olanlar. İçi boş bir kuyuya atılmıştım. Şimdi bir adaya dönüşüyor. Bir çeşit kendi dünyamı yaratıyorum. Önce sınırlar çizmeye başlıyorum. İçeri görülmemesi için surlarla kaplıyorum. Kumdan adamlar yapıp, surların belli kısımlarına, gözcülük yapması için dikiyorum. Kumlar atılmaya devam ediliyor. Gittikçe yükseliyor, ulaşılmaz bir gökyüzüne doğru çıkıyorum. Birden karnım acıkıyor. Ne yiyeceğimi bilmiyorum. Gözlerimden damlalar geliyor. O damlalar, kumlara dökülüyor. Yaşadığım adanın, bir bölümü ıslanıyor göz damlalarım ile. Kenarlardan kumlar atıyorum üstüne. Yine ıslanıyor, yine kum atıyorum. Birden uyuya kalıyorum. Kalktığımda surlarım yıkılmış, kum adamlarım, tane tane olmuşlar. Tekrar surlar yapıyorum. Gözcülük için yine adamlar koyuyorum, gizli bölümlere. Dünden kalan ıslak alana bakıyorum. Belli bir şekli olmayan bir nesne çıkıyor ortaya. Kahverengi… Toprağın çocuğu, olduğunu düşünüyorum. Belli bir şekli olmayan, çıktığı toprağın bir kısmının üzerinde taşıdığı, bu kahverengi nesneye, uzunca bakıyorum. Aynı dünyanın varlıklarıyız. Ona bir alan yapıyorum, orada yaşasın diye. Karnımın derisi, organlarıma yapışıyor. Hala açım. Midem bütün vücudumu çevreliyor, hakim oluyor. Beynimin hükümranlığı sona eriyor. Bana o kahverengi, belli bir şekli olmayan; yuvarlak desen olmaz, dörtgen hiç olmaz, nesneyi yememi söylüyor, yeni hükümdarım. Alıyorum, temizliyorum. Sonra bir ısırık, dişim acıyor. Güneşin gördüğü kısma koyuyorum, kızarsın diye. Kızarıyor. Isırıyorum. Karnım doyuyor. Adadaki en yakın dostumu yiyorum. Yine yalnız kalıyorum. Surlar yine yıkılmış. Kenardan aşağıya bakıyorum. Eli kürek olanlar, görülmüyor artık. Kum gelmeye devam ediyor. Kimse yetişmez, diyorum, tekrar surları yapmıyorum. Ağladıkça karnım doyuyor. Bu kum atanlar kim, diye düşünüyorum. Hepsi dünyamın bir çalışanı mı? Yoksa bunların hepsi ben miyim? Kendi adamı kendim mi kuruyorum? Nefretimin bana yarattığı bir dünya mı? Dünyamı ben yaratıyorsam, neden yalnızlığı tercih ediyorum? Yalnızlık benim bir parçam mı? Yoksa ben mi yalnızlığın bir parçasıyım? Kafamı kaldırıp, etrafa bakıyorum. Birçok ada görüyorum, etrafı surlarla kaplı. O adaları görmek istemiyorum. Kum atanlara yardım için, kenardaki kumları içeriye, ortaya doğru alıyorum. Bir şey değişmiyor. Diğer adalara atlamayı, buradan kurtulmaya karar veriyorum. Bu durumda cesaretli karar alsam da, faaliyet korkuyla törpüleniyor. Geri kaçıyorum. Uzunca bir zaman bir şey yapmıyorum. Bu yüksekliğin fazla olduğunu, boş durmanın anlamsızlığını, gelen kumların, ellerimle geri yollamamın, mantığına varıyorum. Başlıyorum. Gelen kumların iki katını aşağıya boşaltıyorum. Bir zaman sonra işler değişiyor. Elinde kürek olanlar yükseklere doğru çıkıyor. Ben eştikçe, eşeleniyorum. Ellerim kanıyor, nasırlaşıyor. Kuyunun içinde buluyorum kendimi. Kimsecikleri göremiyorum. Eşelemekten vazgeçiyorum. Aslında iki dünya arasında mekik dokuyorum. Tekrar yükseldiğimi hissediyorum. Eli kürek olanlar, verilen görevi yerine getirmekte, bıkmadan, yılmadan, yorulmadan yapıyorlar. Bu kumun biteceğini, sınırlı sayıda, kişi başına düşenin fazla olmadığını anlıyorum. Ancak niye bu kadar yükseldiğimizi anlamıyorum. Buraya yollanmadan önce, cebimde; iki önümde, iki arkamda, kumla dolu ceplerle geldiğimi anımsıyorum. Bu kadarcık kumun, bana yaşattığı iki dünyanın, anlamına varamıyorum. Bütün hesaplar, kitaplar, tablolar, çizelgeler ve veresiye defterleri bir işe yaramıyor. Birden yükselemediğimi, hala aynı noktada kaldığımı, etrafa bakarak anlıyorum. Eli kürek olanları göremiyorum. İşlerini bırakmışlar. Beni de öyle bırakıp gidiyorlar. Vücudumun her tarafı ağrımaya başlıyor. Birden elimle kazmaya başlıyorum. Durmadan. Kazdıkça, büyük bir kuyu oluşuyor. İçine düşüyorum. Kazdıkça kuyu açılıyor. Yukarıda biriken kumlar, dökülüyor üstüme. İçinde kayboluyorum…

1 Mayıs 2015 Cuma



                                       Mısır Gevreği


Nereden baksan yedi gündür yatıyorum. Üzerimde dünyadan vazgeçişin, masum surat ifadesi var. Hiçbir işte tutunamadığı ya da bir başarıyı bile kendine çok gören adamın, vazgeçişi değil bu. Hayatın bütün yemeklerinden tatmış; özellikle, gerektiğinde kısık ateşte, gerektiğinde de kavruk ateşte pişirilmiş, baharatların en güzel tadı verdiği, ekmeğin başıyla, hafif hafif banılarak yenilen yemeklerden, sıkılmış bir adamın, vazgeçişi de değil. Düz bir ölüm; beklenenden öte… Bunca yaşanmışlığın, mısır gevreği, soluk boruma kaçtığında anlamıştım gereksizliğini. Tüm ölümler aynı kefedeydi gözümde. Ölürken yaşanmışlığın gereksizliğini anlatırdı.

Ölmeden önce yediğim mısır gevreğinin tadı, hala ağzımdaydı. Birkaç parça da, dişimin aralarını kendilerine yuva yapmıştı. Tam yedi gün oldu yere serileri. Üzerinize afiyet, ne varsa, saldım ortalığa. Kapıyı çalan olmadı. Sanki her an, birilerinin gelip, kapıyı kırarak, beni götüreceğini düşünürüm. Ortalıkta kimse yok, hatta üç günde bir, çöp için kapıya gelen kapıcı bile uğramadı. Kapıyı çalmadan, çöpünü almadan bir yere kıpırdamayan kapıcı, ölümümden yedi gün geçmesine rağmen, hala kapıyı çalmadı. Peki, Hanife Teyzeye ne demeli? Tek yaşadığım bildiği için, iki günde bir bana yemek getirir, bir isteğimin olması halinde, çekinmem halinde güceneceğini söylerdi. Ondan ne ses vardı ne de yemeklerinin kokusu. Hayatını, memur eşinin, işten dönmesini beklemekle geçiren Hanife Teyzenin, eşinin emekliye ayrılacağından dolayı yaşadığı üzüntü; hayatına anlam katan bekleme zamanlarının sona ermesinin getireceği korkuların bile, bana yemek getirmesini engelleyeceğini düşünmek bir yana, aklımın ucuna getirmiyor, en son getirdiği yemeği; karnıyarık, kıymaların ağzımda dağılışının, bitirdikten sonra tabakta kalan son kıyma parçalarını, ekmekle nasıl tertemiz ettiğimi, kendime anlatıyordum. Kendime anlatmak istediğim o kadar çok şey vardı ki, zamanı nasıl kullanacağımı bilmiyordum. Bana verilen son görevi, yerine getirmekten haz alamıyordum. Hayatımın büyük bölümünü, ya yatağa ya da koltuğa uzanmış bir biçimde, geçirmekten mutluluk duydum. Buna yedi gün eklenmesi, bana hazdan çok huzursuzluk inşa ediyordu. Bu inşanın temeli; en başlarda güvenli görünse de, bir zaman sonra yıkılacağını, yerle yeksan olacağının da farkındaydım. Bir şeyleri kabul etmem gerektiğini görüyordum. Bunu bir çalar saat gibi ertelemek bana huzur verse de, tam bir işkenceye dönmesi içten bile değildi. Kafamı kurcalayan, hazmedemediğim, karşıma alamadığım bütün sorular, sıraya dizilmiş, her cepheden saldırıyordu. İtina ile ertelediğim sorular, ölü bedenimi rahat bırakmıyordu. Bunca yaşanmışlığın hatırı falan da yoktu. Bir karınca etrafımda dolaşmaya başladı. Dolanıyor, girebileceği yolları arıyordu. Ancak her defasında bedenime takılıyordu. Yedi gündür beni ziyaret eden tek canlı, bir karıncaydı. Yarı açık ağzımdan girip, bir seyahat gerçekleştirmeye başladı. Ağzımın o yapış yapış yerlerini geçip, köpek dişime doğru ilerledi. Ne bekliyordu burada? Ağzım kapansa yanlışlıkla, eriyip gidecekti. Görülende öyle bir korku, endişe yoktu. Köpek dişimden, damağıma doğru hamle yaptı. Hamlesi kuvvetli olmadı ki, yuvarlandı. Alt büyük azı dişimin üstünde biraz titremeden sonra düzeldi. Diğer büyük azı dişin arasına doğru hamle yaparken, aralığa yerleşmiş mısır gevreğinin kokusunu almış olmalı ki, orada biraz bekledi. Bu bekleme fazla uzun sürmedi. Tepelemeye ve etrafında dolanmaya başladı. Elinde bir kürdan olsaydı, kürdanı alttan sokup, iterek, gevreği çıkartabilirdi. Çırpınması bir işe yaradığı söylenemezdi. Oradan o gevreği almadan da ayrılacağı gibi görünmüyordu. Azı dişinin, içine yuva yapıp, ömrünün geri kalanını burada geçirmeye meyilli gibiydi. Bir çiftlik gibi düşünülürse, sulak ve besini olan bir yere yuva yapacaktı. Nereden baksan birkaç ayı geçirebileceği yiyecek stokuna sahipti. En son, bir ay önce iş başvurusuna gittiğimde, fırça görmüş bu dişler, bir karınca için, bir depo mahiyetindeydi. Kışın da yazın da çalışmasına gerek yoktu. Masallara konu olmuş karıncanın, kendi kaderini tayin etme fırsatı verilmişti. Ancak bunca çaba ve uğraştan sonra, biraz karnını doyurmanın da verdiği güvenle, ağzımda yaptığı geziyi sonlandırma kararı almış olmalı ki, dudağıma doğru hamlesini yaptı. Ve dışarı çıktığında, yerde birikmiş, bir gölcük haline gelmiş, birikintinin içine düştü. Yapış yapış olması, karıncanın oradan erken kurtulmasını engelliyordu. Zar zor kurtulduğu, yapış yapış olan sıvı birikintisinden, kurtulup, kendi yoluna devam etmeye başladı. Ayağına bulaşan sıvı, attığı her adımda, yere yapışıyor, iz bırakıyordu. İzini kaybettirmesi için çokça yürümesi ya da bir halıya çıkarak kurutması, sonra yoluna devam etmesi gerekiyordu. Bu karıncanın ziyareti, kendime kabul ettirmem gereken şeyi, erteletmişti. Vaktimin ne kadarının kaldığını bilmiyordum. Birileri kapıyı kırıp, içeriye girmesi, an meselesiydi. Kabul etmem gereken şeyin; boşa yaşanmış bir hayatımın olmasıydı, düşüncesi beni sardı. Kime göre, neye göre? Dolu yaşanmış bir hayat, neye denk geliyordu? Arkamda bolca iz bırakmış olsaydım, bu içi dolu yaşanmışlığın, karşılığını vermiş olacak mıydım? Kendisine bile iyiliği dokunmayan birinin, hayatı, boş bir hayat olarak mı tanımlanacaktı? En can alıcı soruyu sormanın vakti gelmişti. Yedi gündür, ölü bir şekilde yatan birinin, gelip, ölüsünü kaldıracak birilerinin olmaması, tam karşılığı, boş bir hayatın tasviri miydi? Yalnız olmak; benim tercihim değilmiş gibi görünse de, içten içe hep yalnız kalmanın, yolunu aramış biriydim. Kaçtığım kendi kalabalığımdı.. Hafife almıştım kendimi, o anda da, bana tam anlamıyla, balyozu indirmişti. Zor olanı seçmiştim. Bir ara kapı çalındı. Yolun sonuna gelmiştim, dedim kendime. Ancak birkaç yumruk darbesinden sonra, ayak seslerinin, yavaş yavaş azalmasını dinliyor, kapıyı çalan kişinin, bir an önce başkalarına haber vermesini bekliyordum.  Beklenen olmadı. Muhtemel; bir satıcı olmalıydı. Kapıcı olsaydı birkaç denemeden daha fazlasını yapar, Hanife teyze olsaydı zile basardı. Kimsenin gelmeyeceğini anlayan ben, kalkıp bir göz gezdirmem gerekiyordu. Kendi kendimi merak etmiştim. Geri geldiğimde evin her yeri ceset doluydu. Bir sürü, bana benzeyen cesetler… Ayağımı nereye atsam, bedenimin bir parçasına basıyordum. Bir savaş vardı burada. Yoksa bunca ceset, nereden gelmiş olabilir ki. Anlamadığım, bütün cesetlerin neden bana benzediği, sorusuydu. Ben bir savaşçı olmalıydım. Hayatı boyunca, kendi kalabalığına karşı, hiç durmadan, yorulmadan savaşmış, bir savaşçı…