26 Mart 2015 Perşembe

   


Buzlu Çorba

Kendi etrafında dönerken, insanı da kendine benzetir dünya. Bir daire oluruz zamanın içinde. Hem kendi etrafımızda hem de kendi etrafımızın etrafında dönmeye başlarız. Öpünce geçer dediğimiz yerlerimiz vardır ayrıca. İşin şakasında değilim, daha dün banyo yapmıştım. Sabun ile yıkadım saçımı. Doğal mis! Havlunun kurutamadığı yerlerde damlalar, yol etmişti kıl köklerini kendine. Kök dedin de hücre geldi aklıma. Hücre hücre olalı bu kadar bölünmedi. Bölünen sadece hücre değildi. Bir de insanlar... Tasarruf etmenin zamanı gelmedi mi? Bugün birkaç yalan daha az söyledim. Sayılma mı? Ne yani, tasarruf dediğin zaman, aklına bir şeylerden kısmak mı geliyor? Vicdan musluğunu kısarak tasarruf edemezsin. Dişi mi fırçalarken oluyor ama. Kimsenin kimseye söz geçiremediği bir hücrede, nasıl olur da herkesin elinde kanca var. Çok şükür, bugün de doyduk. Ekmeğimi banıp banıp başka insanların kafasına. Sen niye içmiyorsun çorbanı? Gelirken köşedeki lokantada yedim, yeni açılmış galiba. Geç kalmayayım diye de yolda yedim yarsını. Bu kız tam yollu ha! Hangisi? Hani üzerinde bir şey olmayan. Tanıdık geliyor bana, sen olmayasın o. Sen sen ol, herkese karış. Böyle daha heyecanlı olmaz mı? Ben bilirim kendimi dediğim zaman, bilirim bilmediğimi. Seni 'bir yerden' tanıyorum. Mantısı bir de Karnıyarığı meşhurmuş oranın. Gelirken nalburdan çivi al, bir de çekiç. Picasso'nun tablosunu asacağım. Sünnetinde çektirdiğin fotoğrafı niye asmıyorsun? Picasso dururken çüküme laf düşmez. Hem sen ne anlarsın Kübizmden. Kızma ama üzerine yemeğin yağı dökülmüş. En sevdiğim pantolonum yahu. Çıkar da sana kuru elbise vereyim. Kuru laflara karnım tok benim, yedimde geldim. Sana da iki lahmacun sardırmıştım gazeteye. Bugünün gazetesiymiş galiba. Evet, o da ikrammış, müesseseden anlayacağın. Bir daha söylesene? Seni seviyorum. Hayır onu değil, müesseseseyi . Bu müessese de kaç tane 's' var abi. Üçten sonrasını sayamadım. Yeni bir film çıkmış duydun mu? Hayır, ne imiş ismi? Başkal'aşk'mak... İki başka insanın başka dünyalarda başkal'aşk'masını anlatıyormuş. Başrolde kurbağa var. Wak deresinde geçiyor olay. Ne olayı? Dedim sana, kendini olaya vermiyorsun bir türlü. Bırak bunları ülke karışmış, sen ondan bahset. Bu seçimlerde ne olur ne olmaz? Seçim olmaz her şey olur. Kelime oyunu yapma bana. Onu da yayından kaldırmışlardı ne oldu? İlk harf geliyor. Size ayrılan sürenin amına koduk, bundan sonra harf olmadan tahmin edeceksiniz. Sana bir ipucu vereyim. İpin ucunu tutunca çekeceğim seni, aman aşağıya bakma. Benim ablütofobim var. O yüzden uyurken banyo yapıyorum. 60 derecede yıkayın bunu yoksa... Açık konuşun, yoksa ne olur? Beyazlar ile renkliler karışır. Irkçılık yapmayın efendiler. Sen çorbanı bitir önce. Oooo, buz gibi olmuş bu. 

17 Mart 2015 Salı

                                         

Kolonisiz Karınca Bir isyan çıkarsalar, dünyayı ele geçirebilirler. Ama öyle bir düşünceleri yok, dünya mirasına sadık hayvanlardır. Bir karınca; işçi olanından, kendi kolonisinden ayrılmış, yola koyulmuştu. Binlerce süregelen geleneğe ihanet etmişti. ''Vurun alçağa!'', ''Nasıl bırakırsın bizi?'', ''Senin yaptığın karıncalığa sığar mı?'', ''Hem tek başına yaşayamazsın, dön yuvana.'' Birçok şey söylenmesine rağmen yolundan şaşmamıştı. ''Nereye?'' diye soranlara, ''Antarktika'' diye cevap veriyordu. Kimler yaşardı orada? Vücudu o soğukluğa karşı dayanabilecek miydi? Bütün bu soruların cevabını anlamak için her şeyi göze almıştı. Hatta oraya varmadan ölmeyi bile... Uzun bir yeşillik görüldü. Bu yolu bitirme ihtimalini düşündü. Nereden baksan bir karınca haftasına denk geliyordu. Bir ağaç bulup biraz dinlenmeli diye düşündü. Ağacın hemen önünde ''Dev ayaklılar'' vardı. Bunlar biri dişi biri erkekti. Piknik yapmaya geldikleri, sepetlerinden belli oluyordu. O sepetten bize de bir şey düşmez mi deyip, sepete doğru yürümeye başladı. Ondan önce bir koloni pusuya yatıp bekliyordu. ''Hey sen!'' ''Ben mi?'' ''Burada senden başka yalnız karınca var mı?'' ''Yok. Ne oldu'' '' Yanlış yerdesin dostum var git yoluna, burası bizim mıntıkamız.'' '' Sepet baya büyük bana da bir şeyler düşer.'' ''Bak dostum, ben büyük bir kabilenin reisiyim. Seni üzmek istemem.'' Etrafa baktı, büyük kolonin emarelerini hissedebiliyordu. Geldiği yoldan geri dönmeye başladı. Uzun yola yarın devam ederim diyerek bir ağacın dibine oturdu. Bir delik vardı ağacın yanında. ''Geceyi burada geçiririm,'' dedi. Ağacının tepesine çıkıp etrafı kolaçan etmek için tırmanmaya başladı. Tırmanmaya devam ediyordu. Aniden takıldı, düştü. Karınca kararınca on beş karınca adım gitmişti. Yılmak yoktu, tekrar tırmanmaya başladı. Bu sefer düştüğü yeri geçti. Çok az kalmıştı ki ilk dala, yine düştü. Karınca inadı tuttu, tekrar tırmanmaya başladı. Bu inat kendi nesline verilmiş en büyük hediyeydi. En sonunda istediği dala varabildi. Etrafa iyice baktıktan sonra biraz şekerleme yaptı. Tekrar yola koyulmak için daha vardı. Yapacaklarını düşündü. Onca yolu gidip hayatta kalmak zordu. Ama geri dönüp koloniye dönmekten iyidir diye düşündü. Tekrar çalışmayı göze alamazdı, ruhuna tersti. Uyandığında yola çıkmanın vakti gelmişti. Güneş işine odaklanmış iyice yayılmıştı. Rüzgar, yaprakların tozunu alıyordu. Tekrar yola koyuldu. Uzun çimenlerin arasından sallana sallana yürüyordu. Bir tepe gördü, oraya doğru hamle yaptı. Birden yuvarlanmaya başladı, o kadar çok yuvarlandı ki düzeldiğinde kendini bir insan olarak görüyordu. Birden gürültüler duymaya başladı. Nerede olduğunu kestirmesi zor olmadı. Dev Ayaklılar kolonisi aralarında top oynuyor, birbirlerine atıyorlardı. Oradan uzaklaşmaya koyuldu. Dev Ayaklılar karınca neslinde sevilmezdi. ''Dev Ayaklılar dünyaya yollanmış en vahşi yaratıklardır.'' Koloni Eğitim Bakanlığının bütün okullarda koyduğu ilk dersti. Onlardan uzak durmak gerekliydi. Oradan kaçmayı başardı, tekrar yola koyuldu. Aradan bir karınca haftası geçmişti. Yeşillik yerini beton yapılara bırakmıştı. Uzunca yolu bitirdiğine sevinmişti ilk başta. Ancak bu beton yapılarda yolunu kaybedebilirdi. Çok karmaşıktı, bir o o kadar da yorucu. Ne yapmalıydı? Bu beton yapıda ezilebilir, parçalanabilirdi. Bir yere geçip akşam olmasını, akşam olunca 'Dev Ayaklılar'ın çekilmesini beklemeliydi. Fazla ses yapmadan bir borunun içine girdi. Gündüzü burada geçirmeliydi. Aksi taktirde yere yapışık bir halde ömrünü geçirebilirdi. Dışarıdan sesler geliyordu, hiç aldırmadan yerinden kımıldamadı. Bu kadar gürültü içerisinde nasıl yaşıyorlar bunlar diye de sitem etti. Ses yükselince merak etti, kafasını borudan dışarı çıkardı. Bir adamın elinde silah diğer adama doğrultmuştu. ''Yaptığın namussuzluğun karşılığını alacaksın Neco'' Böyle bir anla ilk defa karşılaşmıştı. Bunların ne alıp veremediği var, indir o silahı öpüşün bakalım demek geldi içinden. Ama umduğu olmadı, tabancı sesi çoktan duyulmuştu. Üzerine kırmızı renkte sıvı damladı. Tadı iğrençti. Tekrar borunun içine döndü, uyuya kaldı. Sabah birden bir su onu alıp sürüklemeye başladı. Birileri halı yıkıyordu. Tasası ona kalmıştı. Sürüklendikçe sürüklendi. En sonunda bir taşa takılıp, durdu. Su sakinleşmişti. Yoluna devam etmeliydi. Yola koyulmak için adım attı. Birden bir çekirdek çarptı gözüne. Uzun bir yol vardı önünde ama bir yandan da içgüdüsü ona izin vermiyordu. Çekirdeğe doğru hamle yaptı. Etrafına bakındı başka karıncaların olabileceğini hissediyordu ama kimse yoktu. Çekirdeği sırtladı, ilerideki köşeyi geçmek istedi. Aniden 'Dev Ayaklılar'ın sesini işitti, bu tarafa doğru geliyorlardı. Biraz ilerde yokuş vardı. Oraya kadar taşırsam ondan sonra yokuş aşağı yuvarlanırım diye düşündü. Yürümeye başladığı anda bedenin de bir sıcaklık hissetti, asfalta yapıştığını aldığı tattan anlamıştı. Sadece kafasını oynatıyordu. Bir çocuk kahkahası işitti, kafasını o yöne çevirdi. Çocuğun işaret parmağında, belden aşağısını gördü. Hayatı film şeridi gibi gözünü önünden geçmesini beklerken, ilk eğitim gününü hatırladı. '' Dev Ayaklılar dünyaya yollanmış en vahşi yaratıklardır.'

5 Mart 2015 Perşembe



                                          Bu Bir Kabuk

       Karşıya geçmeliyim. Yoksa bunca yolun suyu hürmeti, zehre dönüşecek. Karşıda ne olduğu ya da ne olacağı hakkında hiçbir fikrim yok. Ama karşıya geçmeliyim. Yolculuğa başladığımdan beri olmayan bir yükün ağırlığını taşıyorum. Ne sırtladığım ne de ayaklarımla sürüklediğim bir şey var.                                                               
        Bu bir kabuk; mahallede yan sokağın çocuklarıyla oynadığımız maçta yere düşmüştüm. Taso büyüklüğünde bir yara… Annem kolonya dökelim dediğinde izin vermedim. Yara; kurudu, kabuk tuttu. Kabuğun deriye temas etmediği noktasından tuttum, çektim. Kanadı, kurudu, kabuk tuttu. Bir daha tutup çektim. Kanadı, kurudu, kabuk tuttu. Öyle öyle küçüldü, küçüldü. Küçük bir sivilce haline geldi. Kaşıdım, kaşıdım. Ne kadar kaşıdıysam o kadar büyüdü. Bir sabah kalktım, baktım, hiçbir iz yoktu. 

        Bu bir kabuk; köyümüzdeki bahçede bir ceviz ağacı; abim ile ben koparıyoruz cevizleri. Ellerimiz yemyeşil…  Taş bulmak zor oluyor bahçede; dedemin ahırın kapısına koyduğu taşı alıyoruz, önce abim kırıyor sonra ben. Tadı lastiğe benziyor ama yine de yiyoruz. Kabuklarını atmıyoruz. Dolduruyoruz içine nefretimizi, kinimizi, öfkemizi, kıskançlığımızı. Dolmuyor. Ne koyarsak koyalım dolmuyor. İçine sığdıramıyoruz dünyayı. 

        Bu bir kabuk; yuva, malikâne, barınak…  Karşıya geçerken anlıyorum; sırtladığım ve sürüklediğim bir şey var. Sürekli bana yük olan, yavaşlatan, yolumu uzatan…  Sürekli içinde yaşamak zorunda olduğum… Aslında benim 5 bacağım var; üçü önde ikisi arkada. Biriyle yönümü belirliyorum, diğerleriyle, sırtladığım kabuğumu sürüklüyorum. Birden bir kıpırdama; kabuğuma çekiliyorum. Bir araba sesi duyuluyor, hızla geçiyor yanımdan. Önce yönümü belirlediğim ayağımı çıkarıyorum sonra diğerlerini. Biraz daha yürüyorum bir köpek sesi, tekrar çekiliyorum kabuğuma. Geliyor, kabuğumu yalıyor, ürperiyorum, sonra gidiyor. Yönümü belirleyen ayağımı çıkarıyorum tekrar, bakıyorum etrafa kimse yok. Sonra diğer ayaklarımı çıkarıyorum, etrafta kimse yok, rahat bir nefes alıyorum. Sürüklemeye devam ediyorum, karşıya geçmeliyim bir an önce. Aniden ayak sesleri geliyor, kabuğuma çekiliyorum.- Ömrüm sırtladığım yükün cezasını çekmekle geçiyor. Yüküm o kadar ağır ki, beni korkak yapıyor.- Birkaç tane küçük çocuk geliyor, koşarak. Birden duruyorlar, bana doğru geliyorlar. İçlerinden birisi ‘Oglum bu ne?’ diyor. Diğeri söze giriyor, ‘Buna kaplumbağa diyorlar, beş ayağı varmış.’ Diğeri yine konuşuyor, ‘Hani televizyonda dövüşenler mi oglum? Bunun hiçbir ayağı yok, anamın bileziklerini koyduğu küçük sandığa benziyor.’ , ‘ Ananın bilezikleri mi var?’, ‘Vardı, sattık inek aldık.’, ‘ Bunu alıp götürelim bizim bahçeye belki ayaklarını görürüz.’, ‘Ya sonra bizi döverse’, ‘ Doğru söylüyorsun, bırakalım gidelim, şurada dut ağacı var, ona gideriz.’, ‘ Ben bu sefer yemem annem kızıyor, hep üstümü kirletiyormuşum.’, ‘Ne güzel oglum, bir sürü kırmızı tişörtün oluyor.’ Çekip gidiyorlar. Uzunca bekliyorum, kimse gelmiyor. Bana dayatılan sıralamayla ayaklarımı çıkarıyorum.  

         Rüzgâr kabuğumu yalıyor, bir şeyler anlatıyor. Onu dinliyorum. Kazıyorum toprağı, içine giriyorum. Uzun bir zaman çıkmıyorum içinden.