16 Mart 2014 Pazar

                                              Bir Mont
               
Mankende durduğu gibi durmayan ama yine de belinize silah dayamış gibi almak istediğiniz o, fiyakalı montlardan biriyim. Hani size süper güç kattığını sandığınız mont. Ha bir de içten ısıtmalıyımdır. Biz öyle paltolar gibi terzilerde özenle dikilmedik. Tek tek aşamalardan geçtik o kapısının olduğu şüpheli tekstillerde. Hiçbirimiz o paltolar gibi olamadık. Yeni bir modelimiz çıktığında atıldık, unutulduk. Ömrümüz evliliklerin ilk aylarındaki gibiydi. Kısa ve parlaktı. Mağazaya geldiğim o günleri hatırlıyorum da ne afiliydim o zaman. Sırf o kapalı kutu denilen avmye girdiğim için önemim kartopunun yuvarlandıkça büyümesi gibi vitrinlerde göründükçe arttı. Kim bilirdi ki o köşe başında dikilen tekstilden buralara geleceğimi. Bütün bedeni arkadaşlarım çekirdek tüketir gibi tüketmişlerdi. Bende vitrinin görünen yüzü olduğum için hatırı sayılır kelebek gibi ömrüm yarım gün uzamıştı. Beni Recep diye üniversiteli bir genç aldı. Tanışmamız onun bana dik dik bakmasıyla başladı. Ben de evin evlenme çağına gelmiş kız edasıyla utandım, kafamı çevirdim. Kafamı çevirmemle poşetlenmem bir oldu. Poşetten çıktığımda Recep’in evine gelmiştik. Recep beni yeni bir şey keşfetmiş gibi sergilemeye koyuldu. Önce içine erkek sesi kaçmış annesine sonra da kendisinden iki avuç içi kadar küçük olan kız kardeşine gösterdi. Kısa sürede Recep ve ailesine alıştım. Bir de ömrü bir vidaya bağlı kapı girişindeki askılığa. Malumunuz bu kış aylarında hiç yerimde durmadım. Hele ki üniversiteye başlamış yeni bir gencin hayatında dinlenmek mümkün olmadı. Bir zaman sonra yorulmaya yıpranmaya başladım. Bu mesir macunu yemiş hayatın hızından tansiyonum düşmeye başladı. Bu hızlılığa bazı ipler dayanamadı kopmaya başladı. Adeta bir isyan başladı iplerde. Bunun en büyük destekçisi iç mihraklar oldu. Montun iç cebi delinerek bu isyana öncü oldu. Birkaç hafta daha dayandıktan sonra güneş hayatın içine daha fazla sokulmaya başladı. Ve bir zaman sonra unutuldum. Yıllık izne ayrılma dönemim gelmişti. Bütün kışlıklarla beraber bir dolaba tıkıldık. Bu dolabın avmden tek farkı camı olmamasıydı. Bütün yaz evde koca bekleyen kız gibi bekledim bulutları. Bulutlar yavaş yavaş görünmeye başladı. Güneşin önüne otobüse erken binmek için kaynak yapan sevimsiz insanları aratmayacak şekilde geçmeye başladı. Yazın bitmesiyle dolap yavaş yavaş açılmaya başlandı. Dolapta unutulduğumu sandığım zamanda birden dolaptan çıktım. Çıktığım gün başıma kaynar sular döküldü sanki. Recep’in üzerinde gördüğüm mont beni derinden etkilemişti. Meğer Recep’in annesi Naciye Hanım beni birkaç sokak ötesindeki bir gecekonduya götürmek için dolaptan çıkarmış. Naciye Hanım yardımsever bir insandı. Ben ve birkaç kazakla birlikte o gecekonduda kalan aileye götürdü. Üzüntüden kimseyle vedalaşmadım. İyi de oldu. Vedaları sevmem. Vedalar aslında yeni bir başlangıçtır. Bir son gözükse de onun yamacındaki başlangıcı görmektir. Yeni sahibim Nuri liseye yeni başlamış asgari ücretli yaşayan ve iki göz odalı bir gecekonduda oturan bir ailenin çocuğuydu. Nuri beni ilk sırtına geçirdiğinde sanki o beni değil beni onu taşıyormuşum gibi bir durum oluştu ama yine de beni sırtından indirmedi. Okumak istemiyordu. Mahallenin diğer çocukları gibi mahallede oluşan hırsızlık çetesine girmek istiyordu. Ama annesinin büyük ısrarına dayanamayıp okumaya devam ediyordu. Bir zaman sonra çeteye nasıl girerim diye düşündü. Çetenin tek bir sınavı vardı. Kapkaç… Hayat ona bir defteri harap etme fırsatı verdi ve bu fırsatı kaçırmadı. Hırsızlığı yapacaktı.  Hırsızlığın önceki gecesinde hiç uyumadı bütün gece düşündü. Ama çoktan defteri karalamaya karar vermişti. Kahvaltısını etikten sonra evden ayrıldı. Gecekondunun arkasındaki kömürlüğe doğru gitti ve çantaya koyduğu elbiseleri giyip okul elbisesini çantayla birlikte kömürlüğe attı. Geldiğim günden beri sırtından inmeyen ben de Nuri için suç ortağı olmuştum. Tenha bir sokakta işinin kolay olacağını düşünen Nuri sokakları gezdikten sonra iyi kaçabileceği bir sokakta beklemeye başladı. Birkaç kişi geçtikten sonra bir yaşlı kadın belirdi. Nuri emekli maaşını yeni aldığını düşündüğü yaşlı kadının çantasını çalmak için hazırlığa başladı. Bu iş bir aslanın yavru ceylanı yakalaması kadar kolay olacaktı. Kurbanın suyun iyice tadını almasını bekleyen timsah misali yavaştan arkasından yürümeye koyuldu. Korkusu yüzünden anlaşılan Nuri kadının köşeye dönmesini bekledi. İlk işin kolay olacağına seviniyordu. Yaşlı kadının ne bağırmasına hali vardı ne de peşinden gelmesine. Köşeye yaklaşan yaşlı kadından çantayı kaptığı gibi kaçtı. Ve koşmaya başladı. O kadar hızlı koşuyordu ki kalbi sanki ayaklarında atıyordu. Bir parka girdi ve biraz dinlendi. Dinlendikten sonra parkın demirlikten atladı. Ve o anda bir ses duyuldu. Cııııırt… Ben ‘’ Bu işe beraber başladık Nuri beni bırakıp gidemezsin ‘’ der gibi baktım ama fayda etmedi. Nuri bundan sonra bir işe yaramayacağımı anladıktan sonra beni önündeki çöp konteynırına attıktan sonra koşmaya devam etti. Nuri’den o günden sonra bir haber alamadım. Belki kendisine yeni bir sayfa açmıştır. Belki de bu hırsla bu işlerin başına geçip defterini karalamaya, kirletmeye devam etmiştir. Ben o gece bir çöp kamyonuyla büyük bir çöp yığınına götürüldüm. Şu anda bekliyorum. Neyi beklediğimi de bilmiyorum. Belki bir tinerci gelirde beni sırtına geçirir. Defterime bir cilt daha eklerim. İnsan hayatı deftere benzer. Kalem de silgi de onun elindedir. Karalamakta, yeni bir sayfa açmakta… Kaç cilt olacağına da o karar verir. Yırtmak eksik kalmaktan başka bir şey ifade etmez. Karalanmış, her yanı farklı darbelerle kirletilmiş bir sayfanın, yırtılmış bir sayfadan katkısı daha fazladır. Unutulmaması gereken karalanmış, kirletilmiş her sayfanın arkası hep beyazdır. 

2 Mart 2014 Pazar


                                                           Kanatlıgiller

                Her hayvan kendi yuvasını yaparken büyük bir ustalık sergiler. Özellikle kuş türleri verilebilecek en güzel örnekleri sergilemişlerdir. İnsanoğlunu adeta kıskandırır. Marangoz utanır kendinden, mimar işi bırakır bana da yazmak düşer. Ancak bu savımı ters tepen örnekler de vardır. Kaya Kartalı bir ağaca yuva yapmak için kimi zaman bir sürü dal parçasını üst üste yığar, sonra da bu yığına her yıl yeni dal yığınları ekler. Öyle ki bu yığıntı günün birinde kendi ağırlığından yıkılıp gider. ' Her temelsiz yapı bir gün yıkılmaya mahkûmdur ' cümlesinin büyük destekçisi olmuştur Kaya Kartalı. Yaptığı yuvası alelacele de olsa yuvasına sadık bir kuştur. Ayrıca doğadaki tek eşli nadir hayvanlardandır. Yuvasına atamadığı temeli eşine atar ve bir ömür beraber sürdürürler. Sadıklık konusundan bahsetmişken Angut Kuşuna değinmezsek ayıp olur bu kuş türüne. Argoda devamlı olarak kullanılan  ' kaba, saba ' anlamındaki angut aslında müthiş sadakatin tanımıdır bu kuş türü. Bu kuş eşi ölünceye kadar dibinden ayrılmaz. Aşkı eşi öldükten sonra da devam eder ve yasını bir ömür tutar. Bir daha eli bir başka kızın eline değmez Angut'un. Yuva yeni doğan varlığın bir çeşit örtüsüdür. Yuva için yazılması gereken çok şey vardır. Yazılmıştır da. Kitaplara, filmlere, dizilere  konu olmuş bir başka kuş olan Çalıkuşunun  yuvası ise bir harikadır. İnce ince işlenmiştir. Çalıkuşu yuvasını  yusyuvarlak bir top biçimi verir. Bu yuvanın altına, içeri su girmemesi için küçük bir delik açar. Bu deliği genellikle bir dal parçası örter. Bu kuş yuvaya nasıl giriyor? Yemin ediyorum bilim konusu. Öte yandan Kırlangıç yuvasını tükürük ve çamurdan yapıldığı söylenir.
           Yuvaları kadar hayat şekilleri de önemlidir kuşların. Bazen kendimizden örnekler görürüz onlarda. Benim ilgimi çeken Guguk kuşları oldu. Söylendiğine göre Guguk Kuşu kuluçkaya yatan anne kuşun uzaklaşmasını gözler, sonra da kendi yumurtasını bırakacağı yuvadaki yumurtalardan birini kırarmış. İki yumurta bırakacaksa iki yumurta kırarmış. Bir çeşit üvey evlat gibi. Aslında Guguk Kuşu kendi tembelliğinin katiliymiş. Buradan yola çıkarak size öğüt falan vermeyeceğim ama insanoğlunu kendi çıkarı için yapmayacağı şey yoktur. Artık son dönemler meşru hala gelmeye başladı. Guguk kuşlarının diğer dikkat çeken özellikleri ise yaşlıları ve gençleri aynı ülkeye göç etmezlermiş. Bir çeşit kuşak çatışması diyebiliriz. Kanı kaynayan gençler daha heyecanlı kentlere göç ederlermiş. Yaşlılar ise tipik emekli düşüncesi ile huzur için daha kasabavari kentleri tercih edermiş. Guguk Kuşu pek görünmeyi sevmezler. Saklambaç oyununu iyi oynarlar. Bir başka saklanma ustası ise İbibiktir. ‘Saklanmayı Guguk Kuşundan öğrenecek değiliz. Biz saklanmayı daha iyi biliriz ‘ der gibi saklanırlar. İbibiğin yaşayan tüm canlıların bakışlarından kendini tamamen saklayabileceği ileri sürülür. Öyle ki Ortaçağ’ın sonunda hala İbibiğin yuvasında çeşitli renkler taşıyan bir ot bulunduğuna, insanların bu otu üzerlerinde taşıdığında görünmez hale geldiklerine inanırlardı.
          Son olarak yeryüzünün en çirkin kuş türü olan tavuktan, tavuğun ortaya çıkış hikâyesinden söz edeceğim. Firavun Tutmosis, kendisine Nil deltasından Fırat kıyılarına kadar nam ve kudret kazandıran parlak seferlerin birini daha tamamlayıp Suriye’den geri döndü. Mağlup ettiği kralın bedeni, adet olduğu üzere amiral gemisinden baş aşağı asılmıştı ve donanma gemilerinin tamamı ganimetler ve armağanlarla ağzına kadar doluydu. Armağanlar arasında daha önce hiç görülmemiş, şişman ve çirkin bir kuş da vardı. Onu veren kişi bu gösterişsiz armağanı takdim ederken zorlanmıştı: -Evet, evet- demişti yere bakarak-. Bu kuş güzel değil. Şakımayı da bilmez. Kısa bir gagası, aptalca bir ibiği ve salakça bakan gözleri vardır. Ve zavallı tüylerden oluşan kanatları uçmayı unutmuştur. Sonra tükürüğünü yuttu ve devam etti : - Ama her gün bir yavru verir. – Ve içinde yedi tane yumurta olan bir kutuyu açtı: - Geçtiğimiz hafta doğurduğu yavruları işte burada.- Yumurtalar kaynayan suyun içine atıldı. Kabukları soyulup üzerlerine biraz tuz serpildikten sonra onların tadına bizzat Firavun baktı. Kuş dönüş yolculuğunu onun kamarasında ve onun hemen yanı başında yaptı. Her hayvanın özel bir hikâyesi vardır her insanın da.





                                                        Alıntılar:    
                                                                        Aynalar / Eduardo Galeano
                                                                       Mekânın Poetikası  / Gaston Bachelard