12 Eylül 2015 Cumartesi

    

                                    Karıncalanma 



     Dünden beridir sırtımda bir şeyler dolaşıyor. Hakim olamadığım, sırtımı yol geçen hanına çeviren ve istediği zaman gezen, tozan bir şey. O kadar geziyor ki, tozlar sürekli yer değiştiriyor. Hali vaktinde, genç bir şey olmalı ki bu kadar dolaşabilsin. Aradığı bir şeyler olmalı. Yoksa hiçbir köşe bucak bırakmadan, her bir hücreyi dolaşması mümkün olamazdı. Hava o kadar sıcak da değil ki terimin bütün sırtıma hucum ettiğini sanayım. Ter olsa; ensemden başlayarak, ağır ağır, süzülerek kuyruk bölümüne, yani kıç bölgesine ulaşana kadar, belli bir rahatsızlık verir, sonra iki yanak arasından kaybolur, donuma yapışır, ıslaklığını da hissederdim. Belli dönem acısını çeker ve biterdi. Ancak bu sırtımda dolaşan, her ne ise, kendine bir yuva yapmış, kamp kurmuş, yaşamını öyle geçiriyor. Vücut ısım gayet makul, bir insan sıcaklığı ortalamasının biraz altındaydı.

     Fesat bir düşünce hücum etti. İlk başlarda karşı koymaya, geçmemesi için duvarlar kurmaya çalıştım. Ancak öyle bir hucum ki, savunacak ne zaman bıraktı ne de alan. Bit... Ne biti lan! Daha yeni yıkandım. Yeşil sabunla... Saçlarım dökülmüyor uzun zamandır. Takılmıyor bir yerlere. Bir arkadaşım vardı saçları yoktu. Kapıya sıkıştırmıştı var gücüyle. Şimdi kapısız bir evde, hayatının geri kalan kısmını tamamladı. Evet, tamamladı. Geçenlerde duydum. Kendini, yaşlı bir kadının saçlarıyla asmaya kalkmış. Saç fazla dayanamamış, kopmuş. Olan tavana olmuş. Tavan çökmüş adam ölmüş. Sırtımdaki karıncalanma devam ediyor. Aha! Buldum kelimeyi. Belki bunu en iyi anlatacak olan kelimedir; karıncalanma. Karıncalanma durumu tamamen karıncalardan ayrı, bağımsız şekilde oluşan bir kavramdır. Binlerce karınca dolaşsa sırtımda, bu kadar etki yaratmazdı. Bu başka bir şeydi. Hem bu karıncalanma nedir? Hiç sineklenme var diye bir kavram var mı? Hayır, bunu tartışırken, etrafım gittikçe sarılıyor. Sırtımda gezinen şey, çoğalmış, bütün vücudumu sarmıştı. Sanki bu vücuttan taşınma vaktimin geldiğini, söylüyorlardı. Ancak savaşmadan bırakmam, kendime ihanet olacaktı. Savaşmaya başladım. Onları kendi vücut ağırlığımla ezmeye başladım. Kendi etrafımda yuvarlanmaya ve zıplamaya başladım. Bunları bir hücre olarak düşünüp, bu hareketliliğe, bu savunmaya fazla dayanamayacağını, tek tek, duvara yapışmış sinek gibi kalacağını düşünüyordum. Bu düşünmek değil düşmek oldu. O hızla ikinci kattan düştüm. Sağ kolum ve sol bacağım üç yerinden kırıldı. Hemen hastaneye kaldırmadılar. Önce parçalarımı toplayıp bir yapboz gibi bir araya getirdiler. Sonra bağlantısızlık sorununu giderip, hastaneye kaldırdılar. 
     
     Duvara bakıyorum hastane odasında. Kimsecikler yok. Hiçbir yerimi hissetmiyorum. Bir vazo gibi kırılmış daha sonra bir uhu yardımıyla yapıştırılmış, parçalarım birbirine zor tutunuyormuş gibi duruyorum. Bu kötü deneyimin katkısı da oldu. Sırtımda dolanan bir şey ya da karıncalanma türü şeyleri hissetmiyorum. Ayağım ve kolum alçıda, mandalla asılmış pijama gibi duruyor vücudum. Eğer karıncalanma devam etseydi, bu alçıların içinde savaşmak zor olacaktı. Kımıldayacak halde değildim ve kımıldamadan savaş kazanılmazdı. Yoksa bütün bu saçmalık psikolojik miydi. İnanmıyordum buna. Çünkü elimi atsam değecek büyüklükteydiler. Hayır, kendimi kandırmıyorum. Bu öyle, ben horlamıyorum, tavrı ile aynı durum değildi. Kapı açıldı. İçeriye iki karınca girdi. Birinde stetoskop vardı. Bana, geçmiş olsun deyip, elindeki belgelere baktıktan sonra bir ay bizle olacaksınız, dedikten sonra odadan çıktılar.