24 Ağustos 2015 Pazartesi

                                             

                                       Yaralı Yüz     

     Akıttığım gözyaşları, bir nehir oluverdi. İçinde yüzen insanlar vardı. Birbirine su atan, boğan, batıran... Fazla suda kalmış, gözüne dünya kaçmıştı. Bir kıymık gibi... Gözünü açta bakayım, üflerim belki sarsılır, dedim. Açtı usulca. Derin bir nefes aldıktan sonra üfledim. Zaman, onu hortuma çevirdi. Ne varsa süpürdü, süpürdü. Halının altına... Kimsecikler görmeden halıyı kaldırdım. Birkaç ses geldi. Çığlık da kendine yer bulmuştu o ses cümbüşünden. Kafamı çevirdiğimde, halının ipine, bir kadının saçları bağlanmıştı. Düğümlenmiş, çözülmeyecek haldeydi. Yardımım dokunur diye yanına gittiğimde, göz kırptı. Sanki kahramanıymış gibi gülümsedi bana. Halıyı kaldırdım ve altına süpürdüm. Hala saçları gözüküyordu. Halının o soluk kırmızı renginde bir sprey buldum ve saçlarını boyadım. Kimse anlamayacaktı, ismimi falan öğrenmemişti. Eşkalimi verdiğinde ise buralardan çok uzakta, farklı bir diyarda olacaktım. Farklı bir diyar... Kulağa hoş ve bir o kadar da boş geliyordu. Elbette tatil yapmanın fırsatını yakalamıştım. Ancak var olan işlerimi bırakıp gitmek, içini boşaltıyordu. Halının altında bir testere gördüm. Bir kulak vardı üzerinde, temizledim. Bütün parmaklarımı, aynı hizada doğramaya başladım. Kanlar fışkırıyordu. Bir zaman sonra rengi sarıya döndü, sonra durdu. Aynaya döndüğümde bir şeyimin değişmediğini, parmaklarımın kesilmesinin, tanınmamı engellemeyeceğini anlamam, uzun sürmedi. Ayna ile bakışmam, bir nesneye olan duygumu daha da derinleştirdi. Yüzümde bir şey fazlaydı. Ne olabilirdi. Ne yapmalıyım ki, gören kişiler benden korksun, kaçsın ve delik arasın. Deliği bulsa bile korkudan giremesin, kafası girsin kıçı dışarıda kalsın. Elimdeki testere ile alnımın çatından, burnumun ikiye ayrıldığı noktaya kadar kestim. Bir anda etraf karardı.
     Tek bir ışık, yüzüme doğrultulmuştu. Bütün dünya bir canavarın doğuşunu, nefesini tutarak izliyordu. Tam beş saattir baygındım. Gözümü yarım saat açamadım. Sanki göz kapaklarıma ip bağlayıp, 20 katlı bir binanın bütün çimentolarını bana taşıtmışlardı. Gözümü açtığımda, dünyayı tam olarak göremiyordum. Kestiğim yerlerden sarkan deri, gözümün görme açısının, üçte ikisini kaplıyordu. Derinin sarkan kısmını da kesip, cebime attım. İstediğim görüntüye, içimde sakladığım, şeytana, yüzümde de ulaşmam, gülümsememe vesile oldu. Artık dışarı çıkmanın, bana verilen görevi yerine getirme zamanıdır diye düşündüm. Ancak verilen görev nedir, ne değildir onu da bilmiyorumdur. Bunu düşünmek için bolca zamanım vardı. Bütün görev acaba bunu düşünmek miydi? Yoksa zaman mı kaybediyordum? Bunun üzerine bir hafta düşündüm. Eğer görevim, görevimi düşünmek olsa, ne zaman biteceği sorusu, ayrı bir dikenli yol olurdu. Zaman, üstüme bağlanan saatli bomba özelliği taşıyordu. Vakit kaybettiğim her an, intihara meyilli oluyorum. İntihar cesurluk ile korkaklık arasında bir çizgi, herkes o çizgiye gelemez, ya ayağı taşar dışarı ya da çizgiyi hiç görmez. Bir de bir çizgi vardır; görünmeyen. Her zaman bizi sıralayan, dizen, bir bütün haline getiren... Doğarken bir yol belirlenmiş ve o yol, iplerle güvenli hale getirmişler. Dışarı taşmayalım, içeride kalalım, diye. O çizgiden kaçtığımız anda, ayağımız takılır, yuvarlanırız. Ta ki hiçbir yere çarpmadan, büyük bir yuvarlak haline gelene kadar. Bir kartopu misali... Yuvarlandıkça büyüyen, büyüdükçe önlenemez hale gelen bir kartopu oluveririz. Ancak öyle bir çarparız ki, bir daha toplanmak mümkün olmaz. Ama yine de ham parçamız sağlam durur, kabuğumuz değişir. Yenilenmiş olsak da aslında hala geçmişin yarasını barındırırız. Bu yara, her kabuk değişiminde büyür. Bir zaman sonra var olan deri ile yaşama devam ederiz. Peki bunca hengamenin içinde bana düşen görev ne? Elime bir kağıt tutuşturulmuş ve ben o kağıdı cebime atmışım. Sonra unutup, o pantolonu kirli sepetine atmışım ve güzelce yıkanmasına neden olmuşum. Buradan bir sonuç çıkarmışım. Bütün suç; yıkamaya atmadan önce cebime bakmayan annemdedir. Böylelikle işin içinden çıkmış, denizden çıkarılan ve özgürlüğünü geri verilen bir balık gibi rahatlamıştım. Ama sonra düşünmeye karar vermem, bütün bu düşünceleri, boğarak öldürdü. Ve bütün sorumluluğu üzerime aldım. Bana düşen görevin, ne olduğunu bulmaya karar verdim. Kağıt ıslanmış bile olsa, bulup, okumaya çalışacaktım. En azından bu yolda ölmeyi göze almalıydım. Aksi takdirde kum saati gibi akan dünyada, kendime yer bulamayacak, dünyasız bir hava sahası bulmaya koyulacaktım. Kağıdın çevirdim, birçok bölümü kıvrılmış, yırtılacak gibiydi. Dikkatlice, masanın üzerine, düz bir biçimde koydum. Önce üfleyerek sonra bir saç kurutma makinesinin yardımıyla kuruttum. Kağıt, matbaadan çıktığı ilk zamanki sıcaklığına kavuşmuştu. Ancak ilk zamanki tazeliğinden eser yoktu. Yazı okunmuyor, toplasanız bir kaç harf var ya da yok, durum iyice berbatlaşıyordu. Aklımdan tamamen yırtmak ve bu anı tamamen kafamdan silmek geçti. Yavaşça aldım kağıdı, yırtmaya koyuldum.
    Tam o esnada, yüzümden bir kan damladı. Sadece bir damla kan... Kağıdın yanına damlayan kan, hiç dağılmadan, düştüğü yeri sahiplendi. Bir damla daha düştü. Gittikçe artıyordu. Damlalar bir bütün oluyor, dağılmıyor, bir yol bulup gitmiyorlardı. Orada durmuşlardı.Bir zaman sonra yüzümden akan kan durdu ve masaya dökülen kan; kendi içinde dönmeye başladılar sonra durdular. Bir şeyler anlatıyordu bana. Ne olduğunu çözemiyordum. Kendi kanım canlanmış, ayaklanmış ve bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Yerde bir meşe ağacının dalını gördü. Dalda altı tane yaprak vardı. Dal bir kalemi andırıyordu. Dalı önce kana bandırdım sonra zar zor kuruttuğum, hayatımın bir çeşit amacı olan, büyük bir önem taşıyan kağıda yazmaya başladım. Mürekkep kaynağım hiç bitmiyordu. Öyle bir kuyu açmıştım ki, attığım taşın sesini bile duymuyordum. Yazdım yazdım yazdım...